20 Eylül 2011 Salı

Ey Yalnızlığım Anında Arkadaşım!

Seni düşünmek neye benziyor?
Çocukken geceleri çok korkardım. Her gece annemin koynunda bile o kadar korkardım ki  kıyamet kopmuş, yeryüzü  tarumar olmuş ve  ailem, arkadaşlarım, herkes, yeryüzündeki  bütün canlılar göçüp gitmiş ve  yalnızca ben kalmışım gibi hissederdim. Gündüz olunca arsızca bir keyifle  hiç akşam olmayacakmış gibi parıldayan güneşin altında oynar ve eğlenirdim. Ama akşama doğru korkularım da yaklaşırdı. Hiç bir zaman öğrenemedim o korkunun kaynağını. Büyüdüm ve çok zaman geçti. Ama o korkuya benzer bir korku sarıyor beni zaman zaman. Yalnızlığın korkusu...  Kalabalıkların ortasında yaşanan yalnızlık... Kendimi evrenin dışında bir yerde yıldızsız kapkaranlık sonsuz bir uzay boşluğunda iradesiz dolaşıyormuşçasına yalnız hissediyorum. Evet yeminler olsun  ki abartı değil bu. Neyse ki sen yetişiyorsun yardımıma. Seni düşünmek o anda, bir elin elimden  tutup beni bir nehrin  kenarına, ya da bir  cennet bahçesine çekmesine benziyor. Ve vazgeçemiyorum seni düşünmekten geceler boyu... Yoksa çok korkuyorum.

18 Eylül 2011 Pazar

Neresi Sıla, Neresi Gurbet? Ankara Yeni Memleket

Madem ki bir çok kimseler yiyip  içtiğinden, yatıp kalkıp  cumborlop düşüp yuvarlandığına kadar kendi yaşantısından hikayecikler sunuyor, ben de biraz öyle  yapayım bu sefer. Dün PCB  kartına teker teker yaklaşık iki bin tane LED yapıştırıp lehimledim. Ve bu benim için çok önem arz ediyor. Neden mi? Anlatacağım. Yaklaşık iki ay önce  ömür diliminin beş yıllık parçasını harcadığım Eskişehir’den ayrılık vakti gelince, ne  şehre ilk ayak bastığımdan ayrılıncaya kadar ruh halimin girdiği sürecin grafiğini çıkardım,  ne de oturup ayrılığa dair hüzünlü bir yazı yazdım. Sadece ve sadece ''Bu şehir artık başkadır.'' diyerek toplayıp valizimi ayrıldım. Ama daha sonra ilk geldiğimde içinde bulunduğum ruh haliyle ayrılıncadaki ruh halini karşılaştırdım. İlk geldiğimde  şehir ve hayat gözüme daha toz pembe, romantik ve naif görünüyordu. Ama ayrılık vaktinde her şeyde bir kabasabalık ve çirkinlik vardı sanki. Neyse bunlara girmeyelim. Eskişehir hep soğuk davrandı bana ve ben de ona... Ama zorla evlendirilip birbirine soğuk davranan iki çiftin birbirine zamanla ısınıp gizliden gizliye sevgi beslemesi gibi seviyorduk birbirimizi. Ve ayrılırken sevgimizi belli etmeye çekindiğimiz için hüznümüzü de belli etmedik.  Mezuniyetten bir iki ay sonra, yani bir kaç  gün önce, Eskişehir'e komşu bir şehirde, Ankara’da işe başlamış olmam benim için güzel bir gelişme oldu. Hem Eskişehir'e yakınım hem de çeyrek asra yaklaşan ömrümde birilerinin çalışıp kazandığını oturup rahat rahat tüketmekten kaynaklanan bir gevşeklikten kurtulacağım. Üretmeden tüketerek hayata dair ahkam kesmek kolaylığı olmayacak artık. Bundan sonra benim de çalışıp üretecek olmam, çalışma hayatıyla aramdaki kalınca duvarları yıkmam bir dönüm noktası olarak görülebilir. İktisattan pek anlamam. Hani bazen insan kendini çok aptal bazense çok zeki görür ya işte kendimi çok zeki zannettiğim zamanlarda bile ekonomiden hiç anlayamayacağımı düşünmüşümdür. Ama buna rağmen iktisat hayatında fark ettiğim iki  grup var. Üretenler ve tüketenler. Yok yok Bertholt Brecht'in tahtaravallisinden veya ''Neden en çok iş yapanlar en az gelire sahipken neredeyse hiç bir iş yapmayan bazıları bütün toplumun kazandığından pay alırken daha fazlasına sahip oluyor?'' gibi  tehlikeli sorular sorup sosyalist fikirlerden  bahsetmeyeceğim elbet. Sadece  hiç kimsenin maddi desteğine ihtiyaç duymadan hayatımı idame ettirip iaşemi tedarik etmemin, üretenlerin sınıfında olmamın benim için ne kadar ciddi bir mesele olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Onun için şu son iki günde yaklaşık iki bin tane LEDi PCB kartına yapıştırıp lehimlemiş olmam çok şey ifade ediyor. Bakalım Ankaralı günler nasıl bir süreç izleyecek. Göreceğim.
Not: Resmi öylesine renklilik olsun diye koydum. Belki yazının sıkıcılığına iyi gelir.

11 Eylül 2011 Pazar

Ben Bir Ortadoğuluyum

Ben bir Ortadoğuluyum. Genotipimden fenotipime, fiziksel ve fikirsel olarak dünyaya bakış açımdan farkında oluduğum veya olmadığım birçok özelliğime kadar yeryüzünün ortadoğu denen bu coğrafyasına aidim.  Ama  kendime bile çekinerek söyleyebildiğim bir şey var. Bu coğrafyayla aidiyet bağım olduğum için bir utanç duygusu oluşuyor bende. Kim bilir  belki de benim ahlaki eksikliğimdir ait olduğum yerden utanmam. Ama aslında önceleri birçok kadim medeniyetin hayat bulduğu  bu coğrafyaya ait olduğum için şanslı hissediyordum kendimi. Lakin birazcık dışarıdan bir gözle baktığımda yeryüzünde Ortadoğuda olduğu kadar ölümün ve zulmün, nefret ve husumetin insan ruhunu laçkalaştıracak kadar kanıksandığı bir coğrafya yok gibi görünüyor. Belki de vardır, ben bilmiyorum. Ya da belki de başka coğrafyaların da, başka ülkelerin de utanılacak başka özellikleri vardır. Mesela asırlarca doğunun ve Afrika'nın kaynaklarını sülük gibi sömürüp zenginliğin sınırını zorlayan emperyal devletlerin yaşadığı coğfafyalar gibi. Ancak bu durum biraz utancımı azaltsa da yine de ortadoğunun kadim  halklarının savaşmadan, birbirlerine husumet beslemden barış içinde yaşayabilme  basiretsizliğine bahane olamıyor. Ortadoğuda herkes birileriyle sorunlu. Türkler, Araplar, Kürtler, Acemler, Yahudiler.  Kim kime düşman değil ki? Bütün halkların arasında büyük uçurumlar var.(Ermenilerle Türkler, Araplarla Yahudiler arasındaki uçurumlar  mesela.) Her devletin her halkın  savaştığı veya husumet beslediği bir başka halk var. Savaşmayan halkların kaderiyse kendilerini yöneten tağutların, diktatörlerin güdümünde olduğundan doğru dürüst ilişkileri bile olmuyor. Anlamıyorum gerçekten. Anlaşılacak gibi de değil. Neden insanlar birlikte aynı coğrafya üzerinde yaşamak zorunda olduğu insanlarla barış içinde yaşamaya çalışmazlar ki? Tamam pragmatizm her devlet için değişmez bir realite. Tamam sorunsuz sütliman bir bölge istemekte saflık olur.  Ama neden öldürmek, neden yok etme  çabası? Bütün halklar ruh hastası derecesinde paranoid bir milliyetçiliğin ve salaklık derecesinde bir pragmatizmin etkisinde. Dünyada bıkmadan usanmadan savaşarak, husumet besleyerek bir ülkenin çıkarlarını savunmak kadar salakça bir pragmatizm var mı?   Sorunların çözümü için muhatapı yok etmekten daha iyi bir yol bulmak veya bulmaya çalışmak, bununu için çabalamak herkes için en faydalısı olmaz mı?

    Neyse bunlar klişe sözler. Sanırım yukarıdaki fotoğraftan bahsetmeliyim. Oğuz Haksever muhakkak daha iyi anlatırdı. Yer Tahrir Meydanı. Şubat ayında  Mısırda gerçekleşen devrimde, bir cuma günü Müslüman direnişçiler cuma namazı kılarken Hristiyan direnişçiler onları korumaya alıyor. Sanırım Müslümanların camilerine farklı mezhepten olduklarından dolayı bomba koyan Müslümanların ve Ortadoğudaki bütün farklı din ve milletlerden olanların alması gereken birçok ders var bu fotoğraftan.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Her Şeyin Bir şeyi Vardır

   Bugün  pek namdar bir şairin eleştirildiği bir köşe yazısının sonunda okuduğum bir cümle ( Fransızlara aitmiş) dikkatimi çekti. : ''Şiirini sevdiğin şairle tanışmak, kaz ciğeri ezmesini sevdiğin kazla tanışmak gibidir.''  İfade biraz ağır gibi olsa da sadece şair ve şiiri için değil, farkında olarak veya olmayarak  kutsallaştırıp ideal tipler haline getirdiğimiz yazar, şarkıcı, türkücü, futbolcu gibi alem malum olmuş birçok insanın gerçek kişiliğini tanıdığımızda karşılaşabileceğimiz hayal kırıklığını trajikomik bir şekilde anlatıyor. Merak ediyorum. Örneğin Bir inşaat işçisi yaşadığı barakada kirli çamaşırlarını elleriyle yıkadığı anda kral, imparator, baba diye adlandırdığı, acıklı türküler söyleyip çileli insanların sırtından para kazanan  arabesk sanatçısını şatafatın içinde alem yaparken görse, nasıl bir ruh haline bürünür? Neyse bu örnek pek alakalı olmadı gibi. Arabesk ezilmiş  halkların afyonudur deyip geçelim. Benim aklım en çok tarihi kişiliklere takılıyor. Nerdeyse tapılacak hale getirilen, hatta belki bazı devletlerin (mesela?) resmi ideolojisine ilham kaynağı olan  tarihteki bazı komutan, padişah, asker gibi zevatın gerçek kişilikleri bilinse ne olur acaba? Bilmek bir tarafa, sorgulamak, tarihi bazı kişiliklerin de biz insanlar gibi yiyip içtiğini söylemek bile bazen küfür gibi algılanabiliyor. Neyse hayal kırıklığına uğramak güzeldir vesselam.