24 Nisan 2011 Pazar

Mutluluğun Resmi 2: Çay ve Poğaça

     Kaşınıyorum fena halde. Kaşıntı bir haşere gibi elbisemin içinde dolaşıyor. Bacağımdan omuzuma, ordan sırt bölgesine geçiyor. Uyuz olmadım, biliyorum. Çünkü dün akşam kaşınmıyordum ve daha bu sabah keselene keselene yıkandım. Stresten kaşınıyorum zannımca, evet stresten. Bir melanet gibi üstüme çökmüş tembellikten dolayı sürekli ertelediğim, bir türlü çalışamadığım yarınki  sınavın stresinden kaşınıyorum.  Her sınav haftasında en az bir iki gece kaşıntı tutar böyle. Saat gece sıfıra yaklaşıyor ve hala hangi üniteye ağırlık vereyim diye tereddütteyim. Sınav sabahın dokuzunda ve sorumlu olduğum dört tane ünite var. Önümde çok çalıştığımın alameti olan büyük bir kahve lekesiyle kaplı, kısım kısım sayfaları ters çekilmiş power electronic kitabının fotokopisi duruyor. Bir o üniteye bakıyorum bir bu üniteye. Evirip çeviriyorum, olmuyor. Keşke kafamı yarıp içine kitabı koyma imkanım olsaydı, ne güzel olurdu. İlk gençlik yıllarımda aşık olup bir güzelin kemendine takılmışken bile  muhayyilem bu tür ümitsizliklere tevesül etmezdi. Ama insanı bu hale getiriyor işte bu bölüm. Olmuyor nihayetinde. Şimdi yatsam gece ikide kalkıp ilk horoz ötene kadar çalışsam, kitabı yalayıp yutarım. Bu düşünce biraz ümitlendiriyor beni. Ve ikiye kurup saati uyuyorum...

   Ama uykuda bile kurtuluş yok ki şu haşereden. Uyuz dersin uyuz hocası gudik ingilizcesiyle ‘’wake up guy, never come my course to sleep!’’ deyip uyandırıyor beni saat ikiye varmadan. Sırtımdaki haşere uyutmuyor beni. Mutfağa geçip su kaynatıyorum kahve içmek için. Şeker bitmiş. Şekerliğin dibindeki katılaşmış şekeri kazıyorum elimde kürek misali cay kaşığıyla gecenin bir vakti. Bir an Sibirya’da kürek mahkumu olmak şu bölümde okumaktan daha tatlı geliyor bana. Şeker kazınmayınca ben de kaynamış suyu şekerdanlığa dökerek hazırlıyorum kahvemi. Kahve keyfinden sonra tekrar geciyorum lekeli kitabın başına. Tam bir saat yerimden kalkmadan calısıyorum. Tam ısınmışım, herşey güzel gidiyor, derken, en önemli sayfası eksik çekilmiş fotokopinin. Sinirlerim altüst oluyor.  En iyisi uyku. Yoksa saçım aklaşacak sabaha kadar. Bari saçımı kurtarayım. Yarı ölüm demek olan uykuya dalıp yarı intihar ediyorum bir nevi. 

   Sabah beş altı kez ertelediğim telefonun alarmıyla uyanıp alelacele tramway-otobüs yaparak yetişmeye çalısıyorum sınava. Şeytan yolda sürekli dürtüyor beni ''rapor al rapor!'' diye. Okula varır varmaz kendimi en huzurlu mekana, kantine atıyorum. Girer girmez bir masanın etrafında hararetle çalışan dört beş arkadaşı fark ediyorum. Uzaktan selam vererek geçiyorum, yanlarına yaklaşmıyorum bile. O kadar çalıştım, şimdi kafamı karıştırmasınlar. Köşede başka bir arkadaşın kukumav kuşu gibi düşündüğünü görüyorum. Belli ki ona da ümitsizlik sirayet etmiş. Diğer bir köşede çancının biri bir şeyler tıkınıyor çalışkanlığının kendisine verdiği rahatlıkla. Hepsine uzaktan selam vererek, kantindeki kalabalıkları yararak  derhal kendime çay-poğaça alıyorum. Mutluluk anı yaklaşıyor, ben heyecanlıyım. Sevinçten paranın üstünü unutuyordum az kalsın.

    İlk lokmasını ağzıma aldığım andan itibaren poğaçanın enfes tadı, beni içinde bulunduğum sınav haftasının, dün gecenin bütün buhranlarından kurtarıyor. Çay ve poğaça, asırlardır ayrı kalan birbirine tutkuyla bağlı iki sevgili, ve benim ağzımda buluşuyorlar. Onların mutlulukları ruhuma sirayet ediyor. Kızgın güneşin kumunu kavurduğu ıssız çöl, nehirlerin geçtiği yemyeşil vadilere dönüşüyor her lokmada. Ne geçmişin ne de geleceğin endişesi kalıyor. Üstelik azalan marjinal fayda kanunu tersine işliyor. Yedikçe artıyor marjinal faydası her lokmanın.  Herşey çok güzel ve üç beş harikapişe dakika geçiriyorum. Tek sıkıntı çay ve poğaçadan birinin diğerinden önce  bitmesi. Çünkü birinden bir gıdım arta kalsa kantinden eşini alıp devam ediyorum ve bu bir zincirlemeye sebep teşkil edecek kadar tehlikeli. Sınavı kaçırabilirim mesela. Ama birinci sınıftaki yanılgılarım çok şey öğretti bana. Bu konuda tecrübeliyim. Diyebilirim ki şu fakültede en iyi öğrendiğim şey, çay- poğaça tüketimi ve zaman arasında bir sinerji oluşturmaktır. Bizimkiler okulda elektrik döşemeyi, ampül çevirmeyi  öğrendiğimi sansınlar ben burda mutluluğun esrarını çözüyorum...
  
  Sınava gireceğim sınıfa doğru yol alıyorum  mutluluğu elde etmişliğin verdiği vakur ve müsterih bir edayla. Stresinden uykularıma kabusların girdiği o çok önemli sınav, hayatım boyunca girdiğim yüzlerce sınavdan bir tanesi oluveriyor.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Mutluluğun Resmi : Nisan Yağmuru

   Mutluluk çok tuhaf bir kavram bence. Çünkü insan çabası ile elde edilebilen birşey değil. Yani belli bir teorisi yok. Sanırım biz insanların mutlu olmaya çalışırken en çok yanıldığı nokta burası. Kendisine bir hedef koyup, şunları şunları elde edersem mutlu olurum derken aslında mutluluğa giden kesin bir yol çizmiş olmuyor insan. Hayatta bütün şartlar mükemmelken mutsuz ve bütün şartlar kötünün ötesindeyken de mutlu olunabiliyor zira. Mutluluğu oluşturan şartlar  genel olarak kişiye özgü ve daha çok ruh haliyle ilgilidir aslında. Bazen bir nefeslik zaman diliminde yakalarız mutluluğu. Bazen uzun, karmaşık bir süreç sonunda onu elde ettiğimizi fark ederiz. Ama herkes bir şekilde az veya çok yaşar onu. 
 
   Nisan, ayların en tatlısıdır bence. İstesem de istemesem de bu ayda mutluluğu yaşarım muhakkak. Hele güneşin kararsız bulutların arkasında nazlı nazlı saklambaç oynadığı günlerde...  Günün erken saatlerinde masmavi gökyüzü bir ferahlık katar içine  ve sonra bulutlar şenlik için yavaş yavaş doldurmaya başlarlar meydanı. Müşfik bir eda ile ama kesik kesik parıldayan güneş onlara ayak uydurur. Sonra aniden kaybolur. Bulutlar somurtmaya başlar. Bir ciddiyet kaplar her tarafı  ve gerilirsin hafiften. ‘’Herşey iyiydi, güzeldi ne oldu birden?’’ diye sorar, bir tedirginlik yaşarsın. Ama bütün bunlar, kısa bir süreye derinlikli bir mutluluk sığdırmak için birer uğraştır. Çünkü gerilimli dakikalardan sonra, birden bastıran bir kırkikindi yağmuruyla ruhuna sihirli bir el dokunmuş gibi olur. Yağmurun bitmesini beklemeden, güneşin meraklı bakışları aydınlatır yeryüzünü. Bu meraklı bakışlar, mutluluk resminin son ve en önemli fırçasıdır aslında. Bu son fırçayla rengarenk bir halka ince kollarıyla gökyüzünü kucaklar. Bütün bu görsellik insan ruhunda enfes izler bırakır. Bir de hafiften toprak kokusu yayılınca etrafa, yanık yanık öten bütün neylerin sesi kesilir. Çünkü vuslat gerçekleşmiştir. Geçmişle ve gelecekle bütün bağlar kesilir. Bütün sıkıntılar, problemler anlamını yitirip etkisini kaybeder. Doğada oluşan değişim bir mutluluk koridoru oluşturur ve ulaşırsın O’na. Belki farketmezsin ama O’nu hissedersin, vuslatın tadını çıkarırsın.  Ne yazık ki bu durum kısa sürer ve tekrar geleceğin ve geçmişin zincirleriyle bağlanırsın zaman çizgisine.

    Nisan ayının tam ortasındayım. Ayın başında ‘’keşke her günün içine bir otuz  gün daha sığsa da uzun uzun yaşasak bu ayı.’’ diye düşünürken, hala baharı farketmiş değilim bu soğuk memlekette. Hava hep somurtkan bulutlarla kaplı ve genelde soğuk. Dışarı çıkası bile gelmiyor insanın. Gerçi  ümitvar olmak lazım, en azından bundan sonrası için.