29 Ekim 2011 Cumartesi

Bilir misin?

Bilir misin,
Sızılar hangi renkleri alır?
Bilir misin,
Bir sızıdan geriye ne kalır?

Bilir misin,
Bir gece kaç parçaya bölünür?
Bilir misin,
Bir gecede kaç kez ölünür?

25 Ekim 2011 Salı

Al Beni Ey Yalnızlık!

Al beni ey yalnızlık!
Götür ülkene
Yürünmemiş
Toprak kokulu yollardan.

Bana masallar anlat.
Hep eksik olsun.
Kırgınlığından bahset
Kelebek ömürlü umutların
Sessizliğin diliyle..

Rüzgarın şarkılar söylesin
Ruhumu saklayan gecelerin
Yolumu gözlesin

10 Ekim 2011 Pazartesi

Dolmuş,Ben,Özgüven,Sen

 Çokça yorulduğum bir günün ardından dersten çıkar çıkmaz oturmak için yer bulurum ümidiyle yağan karın altında hızlı adımlarla (koşuyor görünmemek için özen gösteriyordum) durakta kendisine doğru hareket eden öğrenci ahalisini bekleyen otobüse doğru yürüyordum. Zar zor otobüse atmıştım kendimi, nerde kaldı oturacak yer bulmak... Erken iner de yerine çabucak  otururum diye gözüme oturanlardan birini kestirip yakınında dikildim. Nasıl olsa yolum uzundu. Muhakkak sonlara doğru yer bulup otururdum. Muttalip  bozkırından çıkıp şehrin içine doğru yol almaya başlayınca kırmızı 4 adlı otobüsümüz, oturanlar inmeye başlıyor, ayaktakiler  hemencecik soğutmadan koltuklara yerleşiyorlardı. Oturanlardan biri inmek için  kalkmaya davranırken ayaktakilerden daha atik olmaya çalışan iki kişi uzaktan poposuyla koltuğa yönelmeye çalışıyor ve iki popo birden koltuğa sığma mücadelesi veriyordu. Poposunun mukavemeti güçlü olan kazandı tabi  mücadeleyi. Bense bi türlü boşalan koltuklara yönelme cesaretinde bulunamıyor, her seferinde tamam işte buraya oturacağım diye bir yeri gözüme kestiriyor ama erken hareket etme konusunda güdük kalıyordum. Benden sonra otobüse binenler bile oturmaya başlamıştı artık. Bi eziklik duygusu vermeye başladı bu durum. Nasıl da pasif biriyim diye içten içe eziliyordum. Özgüven eksikliği olmalıydı herhalde bende. Beni çevremden farklı kılan ve bana özgüven verebileceğini umut ettiğim özelliklerimi hatırlamak için neyim var neyim yok döktüm zihnimin sofrasına. Hepsi bir koltuğa oturabilmek içindi. Dersleri, sınavları düşünüp sınıfa göre kıyasladım kendimi, durumum berbattı. Daha da ezildim. Gerçi birinci sınıftayken pis çancıların  dumur olduğu calculus finalinde 50 alarak epey karizma yapmıştım ama pek yetmiyordu bunu hatırlamak. Bir kulübe üyeliğim ya da herhangi bir organizasyonda aktifliğim falan da yoktu. Özel yeteneklerim desem, çalmayı bildiğim bir enstrüman bile yoktu. Düşündüm. Yoktu pek birşey gerçekten. Tipime  ve ufak tefek fiziğime baktım, paspal görünümümden dolayı okulun giriş kapısında öğrenci kimliğimi göstermeye çalıştığım güvenlik görevlisinin ''sen okulun içindeki inşaat işçilerinden misin, tamam geçebilirsin.'' dediğini hatırladım.(Güvenlik görevlisinin bana böyle demesinin ardında aslında bir sosyoloji tezi konusu olabilecek kadar derin sebepler var ama oraya hiç girmeyelim) Daha da kötü oldum. Bana özgüven verebilecek neyim vardı ki? Bulmuştum. İyi top oynadığımı hatırladım. Ancak kimse pek alaka göstermediğinden beni maçlara bile çağırmazlardı ki göstereyim yeteneklerimi. Hiç bir arkadaş gurubuna dahil değildim. Benimle birkaç kişi vardı  muhabbet kuran ancak onlar da sonradan farkettim ki pasifliğimden (iyi niyetli demek daha doğru olur aslında) kendi kişiliklerine  otoriter olmanın verdiği tatminlik duygusunu devşirmek için yakın davranıyorlardı. Ah insanoğlu! Tabi onlar farkında değildi bu durumun. Neyse, yine de ben vazgeçmedim. Çocukluğumda nasıl top oynadığımı hatırladım. Doğal liderdim ben oynadığım her takımda. Mesela binbir yalvararak topun mızmız sahibinden izin koparıp girsem de oyuna, maçın sonuna doğru topun sahibine bile direktif verecek duruma gelirdim oyunu kuruculuk yeteneklerim sayesinde. Hatta azarladığım bile olurdu topun sahibini ve diğerlerini. Hele bir beden eğitimi dersinde  hocaların ve bütün kızların dikkatle seyrettiği üst sınıfla yaptığımız bir maçta bütün cesaretimi toplayıp gelen topa Rivaldo’nunkine benzer  bir rövaşata vurdum ki  'Oooooooo' sesleri yükselmiş, alkışlanmıştım gol olmasa da. Uzun zaman okulda konuşulmuştu o vuruşum. Düşünürken bunu bir durağa varmıştık ve  tam da karşımda bir  koltuk boş kalmıştı. Cesaretim ve özgüvenim yerindeydi. Hemen harekete geçip oturunca koltuğa, rahatlamıştım ama  etrafımda beni kınayıcı sesler işittim birden. Biri tam arkamda 'Yuh ya!!!' dedikten sonra, ''Gel teyze sen yerime otur boşver orayı'' dedi başkasını kınamaktan zevk alan bir iyilikseverin ses tonuyla. Meğer otobüse yeni binip  oturduğum koltuğa yönelen bir acuzeden  kapmışım koltuğu. Utandım hem de çok. Rezilce bir durumdu. Yerimden kalkmadım, hiç birşey de demedim. Bakışlarımı önümdeki koltuğun arka kısmındaki gereksiz desenlere dikerek bitirdim yolculuğu...  Ve bugün...  Yorgun argın işten çıkınca bindiğim dolmuş yine kalabalıktı. Ayakta dikildim. Ev çok uzaktı. Yolculuğun yarısında farkettim. Yine benden sonra binenler oturmaya başlıyordu. Bense hala ayaktaydım. Ancak hiç bir eziklik duygusu falan yoktu bu sefer. Umursamıyordum bile. Çünkü ben seni düşünüyordum. Dalıp gitmiştim.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Pencereler

bütün korkularımı alıyorsun
düşlemek seni yetiyor buna.
bazense büsbütün korkutuyorsun.
sınırları karışmış zihnimin atlasında
iyi ile kötü, yalancı ile dürüst tarafım iç içe
muhtelif gerçeklikler bulanık ve birbiriyle çelişik
Nefes nefese kalmış havsalam, yorgunum.
Pencerem buğulu, göremiyorum.
Seni sevmek, firar edip bütün bu kargaşadan
dağlara sığınmış münzevi bir çocuk.
Seni düşlemek...
Birden bir pencere beliriyor
kırık camlı tahta bir pencere fakir bir evde.
Seni seyrediyorum.
Saçlarına yağmur düşüyor.
Onca yılın yorgunluğunu ve kırgınlığını
bir tebessümün telafi ediyor.
bilirsin, görmeden yaşayabilirim.
ancak penceresiz yaşayamam.
seni düşünüyorum...
gözlerinin rengine çalıyor
gözümün değdiği tüm renkler
sen olmasan âmâ kalıyor
hayata açılan tüm pencereler...