31 Mart 2011 Perşembe

Bir Sır Olarak Saklıyorum Seni

      Biliyorum çok garip, neden sana yazıyorum ki? Belki de sana yazıyor olmamdan, yazdıklarımın tuhaflığından ürperiyorsundur, ben bile ürperiyorsam. Gönderileceği adresi belli olmayan bir mektup yazar gibiyim bir bakıma. Yazdıklarımı okuma ihtimalin yok, biliyorum. Ancak öte tarafta karşılaştığımızda sana yazılmış olduğu için okuma ihtimalini göze alarak yazıyorum. Yalnızlığımı sana yazıyorum. Yok yok garipseme beni, zira yalnızlık ülkesindeki bir mülteci için garipsenmemeli bu tavır!
 
     Siyasi mültecilerin sığındığı kuzey ülkelerine benzeyen bir yalnızlık, seni sen olduğun için, her şeyine rağmen kabul edebilecek kadar demokrat, ancak soğuk. Baharın pek uğramadığı bir yer gibi. Özgürlüğünü doyasıya yaşıyorum kendim olabilmenin. İstediğimi konuşabiliyorum istediğim dilde. Dinleniyorum can kulağıyla büyük bir sessizlik içinde ve bütün seslerini işitebiliyorum ruhumun. Her şey beni anlıyor, anlaşılmak istediğim gibi hem de. Birilerinin umursamazlık girdabının yutmuş olduğu bazı hislerin yeniden, daha farklı ve tazelenmiş olarak yeşerdiği ruhumun bereketli topraklarıdır yalnızlık. Bir ihtiyaçtır çoğu zaman. Günlerce odamdan çıkmıyorum. ’Yeraltında’ bir sıçan gibi yaşayıp,  melankolik ‘notlar’ tutuyorum. Bazen bomboş gözlerle saatlerce duvara bakıp şöyle diyorum kendi kendime; ''Dışarıda başkalarının bana çizdiği rolü oynayacağıma, kendi yeraltımda tembel tembel otururum daha iyi.'' Öğrenciymişim, Fundamentals of control systems diye bir ders varmış. Kimin umurunda? Bunlarla uğraşmayı ben seçmedim ki. Hepsi toplumun, sosyal düzenin bana biçtiği rolde akıp giderken muhatap olmak zorunda kaldıklarım. Kendimi ifade edebilmem için başka yöntemler kabul etmeyişlerinden dolayı seçmek zorunda olduğum çizgi. Zaten vicdanım sızlamasa ders çalışacağım da yok.  Yine de dışarı çıkıyorum bazen. ''Dış dünyaya, bu şehre, sokaklara neden küseyim ki'' diyorum. Yorgunluk nedir bilmeden saatlerce yürüyorum. Adımlarımın ritminden kaldırımlar ruh halimi çözüyor. Yağdığında her tanesi bir arkadaş gibidir yağmurun. Ama hep sönüktür bütün ışımaları güneşin ve hep soğuk. En kalabalık caddelerden geçerken etrafımda hayaletler gelip geçiyor. Bazen de aklıma takılmıyor değil şu soru; Acaba hayalet ben miyim?

      Yılların eskitemediği bir mesele kurcalıyor zihnimi: Sen kimsin, nesin? Sana olan duygularım için  insanların bana öğrettiği kelimelerde, kavramlarda bir  tanımlama bulamadım henüz. Kendim de bu hisleri tarif edecek bir tanımlama üretebilmiş değilim. Hayır! Doğru değil söylediklerim. Biliyorum aslında. ‘’Ne hiç kimsesin ne de hiç bir şeysin.’’ Biliyorum aslında her şeyi bakma sen, bilmezlikten geliyorum. Bir sır olarak saklıyorum sana dair bütün tanımlamaları. Bir sır olarak saklıyorum betimlenemez hislerimi. Gönlümde bir sır olarak saklıyorum, deryadan bir damlayı yüreğime serperek sonsuz deryayı, kendisini bana tanıttıranı.   

19 Mart 2011 Cumartesi

Mutluluk Veren Bilgi!

    Mutluluğa ulaştıran bilgi anlamına geliyormuş Kutadgu Bilig. ''Akıl senin için yeminli bir dostur.''  sözünü  görünce kitabın arka kapağında, açıkçası heyecanlanmıştım. Ama kitabı okumaya başlayınca bütün heyecanım  kayboldu. Çünkü Yusuf Has Hacib’in yazıp kendi döneminin hükümdarına (1070 civarı) sunmuş olduğu  bu kitap, içi bol bol öğütlerle  kılıflanmış yağcılık dolu bir kitap olmaktan öteye geçmemiş. Bir nevi  ‘Kelile ve Dimne’ özentisi  ile yazılmış ama ordaki özgünlüğün yanından bile geçmiyor. Kitabın girişinde de şöyle bir soru var; ''Ellili yaşlarında taşradan merkeze gelmiş bir adama devlet içinde önemli bir mevki kazandırmış bu eserin önemi deydi?'' Kitabı okuduktan sonra cevabı bulabiliyorsunuz tabi.
 
   Kitapta baştan sona iyilikten,güzellikten,iyi yüreklilikten,erdemden,ahlaklı ve inançlı olmanın öneminden bahsedip öğüt veriyor ahkam kesiyormuşçasına. Ara ara  padişaha övgüler yağdırılıyor. Kitabı okurken kasvetle doldum. Bin yıl önce yazılmış tarihi bir kitap olmasa okunmaya değmez. Kitaptaki öğütçü yağcı olduğu gibi  bir o kadar da çok bilmiş bir vakanüvisin  edasına sahip. Bu özelliklerini   kamufle etmek içinse, bir nevi kendini meşrulaştırmak için, durmadan dinden,iyilikten,güzelliklerden bahsediyor. Zaten öğütçünün zihninin problemli olduğunu anlamak için padişahın,hizmetçinin, ya da saraydaki herhangi bir görevlinin yüzünün güzel olması gerektiğini düşünmesi yetiyor. Yok efendim padişaha içmek için birşeyler sunan hizmetçinin yüzü güzel olursa padişah daha iştiyakla içermiş içeceğini. Ne kadar itici bir bakış açısı değil mi?  Hatta kitaptan birkaç örnek vereyim de daha iyi anlaşılsın ne demek istediğim.

''Soyu iyi olan insan iyi olur.''
'' Hacib,yani padişahın öğütçüsü veya danışmanı, hükümdarın sözünden çıkmamalıdır.Her aklına geleni söylememelidir. Uyanık olmalıdır.''
 '' Başını korumak istersen beylere söylenmemesi gereken sözleri sen söyleme.''

     Yani, daha açıkça ifade etmek gerekirse, bol bol yağcılık yap, öv, yücelt ve ayrıca hükümdarın kalbinin iyilikle dolu olduğunu söyle. Haklı davrandığında bunu diline dola, hep anlat. Haksızlık yaptığında ise başını korumak istiyorsan sus, görmemiş gibi davran! Sukutu hayale uğrattı beni Yusuf Has Hacib.

7 Mart 2011 Pazartesi

Benliğin Esrarı*

     Bütün olumsuzluklarına rağmen kendisini sevdiğim  arkadaşım bu başlığı gördüğünde egoma yönelik yaptığı eleştirilere! karşı kendimi müdafaa etmeye çalıştığımı düşünecektir muhtemelen.  Ve tabi doğru düşünecektir çünkü böyle yapacağım. Umarım yazıyı okuduktan sonra kendisi mutmain olur. Her ne kadar daha önce kendisine, mütevazı görünüp egosunu şişirip şişirip saklayan hatta dev bir egoist olduğunun farkına varmayıp tevazuunun doruklarında yaşadıklarını düşünenlerinkine benzer bir hareketle, yani bir mugalâta ile, fakat aslında onların yaptığının aksine  ‘’Egomu şişmiş gibi gösterip içimdeki dervişi saklamaya çalışıyorum.’’ demiş olsam da tamamen doğru değildi bu söz. Evet, enaniyetim var. Olması da lazım çünkü benlik dediğimiz şey ‘ben’ olduğu için vardır. İnsanın bir benliğinin olması değil olmaması tuhaf karşılanmalıdır. Mesele benliğin olup olmaması değil benliğimize karşı tutumumuzla ilgili. Yani sorun,  bir müstekbir (arkadaşımın deyimiyle ekâbir) gibi kendi benliğini diğer benliklerden üstün görmekten, sürekli onu beslemeye yönelik hareketler yapmaktan kaynaklanıyor. Bütün olumsuzluklarına rağmen kendisini sevdiğim arkadaşım bilmelidir ki egoma yönelik yaptığı bütün eleştirileri zaten kendime çok önceden (daha beni tanımadığı zamanlar kadar önce) beri yapmış bulunmaktayım. Kendi benliğime yönelik yaptığım eleştirilerden çıkardığım naçizane fikirleri paylaşmayı da egomun şişmiş olduğunun alameti olarak düşünecektir muhtemelen. Ve tabi yanlış düşünecektir böyle yaparsa.

    Benlik duygusu, insanın sahip olduğu, insanı neşelendirebilen çok küçük sevimli bir hayvan gibidir. Onu dengesizce besleyip büyüttüğünüzde, iğrenç kokulu, vahşi bir canavara dönüşür. Siz onu besledikçe büyür, doymak bilmeyen bir hale gelir ve en sonunda insanın karakterini hatta ruhunu yemekten geri durmaz. (Çok karaktersiz insan tanıdım egosu ruhlarıyla beslenen ama doymayan.) Bir insan söyledikleri doğru olsa da kendisini övdüğünde her zaman itici gelir. Neden? Çünkü kendi benlik canavarından gelen kötü kokular ve bizim benliğimizin bir başkasının kendisini övmesine tahammülsüzlüğü var. Üstelik her ne kadar benliğimizin şişirilmesi bizi mutlu ediyor görünse de bu mutluluk ancak yalancı bir ateşin ısıttığı kadar ruhumuzu ısıtabilir ve aslında insan, egosunu tatmin etmenin kendisini mutlu etmediğini fark ettiğinde gerçek manada mutlu olmaya başlar. Eğer mutluluk kaynağını egosuna bağladıysa insan, dış etmenleri, başkalarının kendisiyle ilgili ne düşündüğünü gibi, referans alır kendi mutluluğu için. Buna karşın, iç 'parametreleri' referans alırsa kişi, ruhunu huzura erdirecek sevgi veya benzeri müspet hisleri kullanmaya başlar ki herhangi bir beklentiden, hayalin gerçekleşmesinden bağımsız olarak mutlu olmasını bilir. Başkalarının övgüsünde mutluluğu aramaz, başkalarının yergisinde de mutsuzluğu yaşamaz. İnsanın benliğini her şeyin merkezi haline getirmemesi gerektiği gibi, ifrattan uzak durarak, makul, mantıklı bir şekilde benliğini  tatmin edebilmesi de lazımdır. Çünkü insanın kendi nefsine karşı da sorumluluğu vardır.

   İnsanlar çevresine itici görünmemek için elinden geldiğince egosunun etkisini yok etmeye, bunu tam olarak yok edemediğini fark ettiğinde ise gizlemeye çalışır. Ama canım dostum ben sana karşı dürüst ve samimi olmaya çalıştığım için şişik olmasa da egomu fark ediyorsun ve beni kendini beğenmiş biri olarak görüyorsun. Tabi ben de ustaca  egomu kamufle edebilirdim eğer ki kendini beğenmişlerden, müstekbirlerden, egoistlerden nefret ettiğim kadar yapmacıklıktan da nefret etmeseydim.

Not: Başlık bilge ve müttaki insan Muhammed ikbal'in Esrar-ı Hodî adlı eserinden alıntılanmıştır.