26 Ocak 2011 Çarşamba

Herkes İyiyse Kim Kötü?

   İnsan çok ilgiç bir mahluk vallahi. Belki de daha ilginç olanı bir insan olarak insanı ilginç görmemdir, yani benim için sıradan olması gerekeni ilginç görmem. Bunu düşünüyor olmam da bir başka ilginçlik! İlginç gelmemesi gerekirken sıradan olan, neden ilginç geliyor bilmiyorum ve buna  takılıp da kafa patlatacağım yok tabi. Ama uzun zamandır  sanki bana insanın bir başka ilginç yönünü göstermek için can atıp duran, üzerinde düşünülmek için durmadan  zihnimi kurcalayan bir mesele var. Nedir bu mesele? Neredeyse karşılaştığım her insan sitem ediyor. Evet evet sitem ediyor.Neresi ilginç ki bunun diye sorulabilir. Zaten bana da ilginç gelen kısmı sitem etmesi değil insanın.

    Mahelledeki bakkaldan, facebookta haber bülteni gibi paylaşım yapan arkadaşa, gazetedeki köşe yazarından, elindeki telefonla kendi müzik zevkini topluma dayatan apaçi arkadaşa kadar, sürekli birileri birlerinin sevgisizliğinden, vefasızlığından, anlayışsızlığından, duyarsızlığından, yani kısacası kötülüğünden yakınarak, kendisine de bir melekmişçesine, iyi bir insan profili çiziyor. Hele ruhları aşkın en tatlı şerbetinden içmiş aşk ustaları var ki bunlar  talihsizce aşktan anlamaz, kıymet bilmez, taş kalpli birine tutuldular mı manzaraya yürek dayanmaz. Oraya buraya yazdıkları, kendi sitemkarlıklarını  en iyi ifade eden  edebi!! sözlerden bir kaçını örnek göstererek bu dervişlerin ruh hallerini daha iyi görebiliriz aslında. Bu sözlerden bir kaçını görünce, ulan ne zalimler varmış diyesi geliyor insanın. Birisini seversin, arkadaş olmak istersin yahut karşı cinse aşık olursun. O kişi için belki de canını verirsin. Gel gör ki o canını verdiğin sevgili seni kesip çöpe attığı tırnağı kadar umursamaz. Bunu yaparken ne kadar  da insafsızdır değil mi? Tonlarca arabesk şarkı üretebilrsiniz artık. Ama dikkatimizden kaçan ve insanın ilginçliğine ilginçlik katan bir durum var ki bir sevgiliyi, arkadaşı canını verecek kadar seven, zerre kadar karşılık bulmadığı için durmadan sitem edip bülbül gibi öten  bu yürekli, anlayışlı, hisli,hatta bu melekten farkı olmayan insan, bir başkasının insafsızı, vefasızı, taş kalplisi olabiliyor.
 
     Bir de ilk dinlediğinizde farklı devirlerden buraya ışınlanmış olabileceğine kanaat getirdiğimiz insan tipi vardır ki sürekli yaşadığımız devirden şikayet eder durur. Ne ister ki bizim devirden anlamıyorum. Sürekli  ‘’bu devirde insana güvenilmez’’ ya da  ‘’bu devirde dürüst olursan kaybedersin’’ türü ifadelerle hakaretler yağdırırlar devrimize!  Ee bu devirde sen yaşıyorsun demek lazım belki de. Muhtemelen  bir başkası da bu tip insanlar yüzünden yaşadığımız güzel çağa sitem ediyordur. Hele bazı zamanlar toplu sitemler başlayınca, çevremdeki herkes kendi hayatlarını zehir eden bu kötülere sitem edince bunalıyor gibi olurum. O zaman bazı sorular sormadan edemiyorum tabi. Kimdir bu kötüler,nerelerde yaşarlar, ne yerler,ne içerler? Kimse kötü olduğunu itiraf etmiyorsa acaba bu kötüler sitem etmeyenler olabilirler mi? Zamanın birinde bu soruya cevap ararken, art arda seyrettiğim iki sahneyi birleştirdiğimde cevabı buldum. İki sitem sahnesini birleştirdiğimde, iyi insan ve kötü insan keşişmişti. Yani iyi ve kötü aynı kişiydi.  Biraz afallamıştım doğrusu. Ama durum böyleydi. Sonra kendimi iyilik ve kötülük ölçeğinde değerlendirirken bir de baktım ki kendimde de aynı durumu görüyorum. Demek ki aynı zaman ve mekan içerisinde insan hem  iyi hem kötü olabiliyormuş farklı pencerelerden bakıldığında. Yani insan hem iyi hem de kötü olabilcek kadar ilginç bir mahluk vallahi.


   

12 Ocak 2011 Çarşamba

İrademin Çığlığı

 Makbul olabilmek için rol biçenlere

 Boyun eğiyordum irademe bağlanan zincirlere.

 Birden kopan hazin bir çığlıktı;

 Vicdanımın kulaklarında çınlayan.

 İrademin çocukça çığlığı...

 Geleneğin, düzenin sıcaklığı ve naylon kimliği,

 Ya da öteki olmanın soğuk huzuru,iradenin yalnızlığı...

 Üşümeyi göze almıştım kendim olabilmek için.

 İrademle başbaşaydık ama ayazdaydık.

 'Sıcak aile sofralarında' yerimiz yoktu artık.

7 Ocak 2011 Cuma

Ruh Halimi Kendim Belirlerim!


     Bugün planladığımdan  çok farklı bir şekilde başladım güne. Gerçi en son hangi gün plan-zaman arasındaki  uyumu yakaladım ki?  Ama bugün, uyanır uyanmaz planların ters gitmesi bir tarafa, tembellikten hücrelerimdeki endoplazmik retikulumların sersemleşmiş olmaları bir tarafa, kuvvetli bir eziklik duygusu sardı beni. Çok nadir kendimi bu kadar ötekileşmiş hissetmişimdir. Fikretmenin farkına varmış her fakir insanın  ''nasıl  mutlu olunur?'' sorusuna (parasız mutlu olmanın formulünü aramak) cevap aradığı gibi, ben de  mutluluğun genel olmayan, sadece bana özgü kodlarını bulmaya çalıştım. Ulaştığım bazı sonuçlardan biri  şu ki; çevremde gelişen herhangi bir olay asla ve asla beni mutsuz edemez, üzemez. İsterse fırtınalar kopsun, seller aksın, depremlerle  yıkılsın evler. Nihayetinde doğal olarak gerçekleşen olaylara doğal tepkiler veririrsin o kadar. Mutluluk-mutsuzluk dengesini ayarlayan asıl parametre çevremdeki insanların bana karşı tavırlarıdır. Dersten kalmak, okul uzatmak, başarısız olmak beni kesinlikle mutsuz edemez, ama insanların benimle ilişki kurarken bunları dikkate alarak tavır geliştirmesi beni mutsuz eder. Kimsenin tavırlarını dikkate alma demek olmaz tabi. Nihayetinde insansız yaşanmıyor hayat. Onlarsız olmuyor. Öyle mutlu olmak için münzevi bir hayat yaşamak gerekiyor ki bu günümüz dünyasında pek mümkün görünmüyor. Ama kahvaltımı öğleden sonra gerçekleştirmenin mayışmışlığı olsa da  üzerimde, beni mutsuzluğa götürebilecek bütün sebeplerin kaynağının kendi benliğim olduğunu biliyor olsam da inadına bozmuyorum morelimi. Ulan diyesim var,  ulan  hangi kendini bilmez sebep canımı sıkabilir ki. İnadına, bütün saçma sapanlıklara rağmen, bütün benden kaynaklanan dengesizlik ve tutarsızlıklara rağmen bozmuyorum keyfimi, hem de bunu yapmak için herhangi bir kasıntıya başvurmadan. 
     Kahvaltıdan sonra tüy gibi hafifledim. Bir de power electronicten  beklediğimin üstünde bir not aldığımı öğrenince bütün u-mutsuzlukların rengi birden  iyi yönde değişmeye başladı. Açıkçası iyi bir not almak keyfimi yerine getirse de kötü not alsaydım zerre kadar umursamayacaktım. Çünkü nasıl oluyor bilmiyorum, herseye ama herseye rağmen, beklentilerimi yerle bir eden insan tavırlarına rağmen, ruh halimi hoş tutmanın yöntemini buldum. Nasıl mı? Ruh benim değil mi arkadaş, istediğim halde tutarım. 

6 Ocak 2011 Perşembe

Taşları Döşerken Özgün Olmak

    Zamanın birinde bir kenara birşeyler karalamıştım ve onun hakkında  yazacaktım. Lakin öyle bir erteletme hastalığına yakalanmışım ki zalim başına! Arada geçen zamanın o konu hakkında yazma ilhamımdan çok şeyler kopardığı kesin. Kalanı az olmasına mukabil, ne yazabilirsem artık.
   
    Neydi o söz;’’kişisel zihniyet devrimini gerçekleştirmeyen insan özgün fikir üretemez, özgün bir kişiliğe sahip olamaz.’’ Evet olamaz bence. Vallahi de olamaz billahi de  olamaz. Birkaç abidik gubidik kişiliği test ederek bu sonuca ulaşmak mümkün. Ama ben yine de el verdiğince teorik olarak açıklamaya çalışacağım. Şurası açık ki insan çocukluğundan itibaren,gelişirken çevresinden kaptıklarıyla kendi düşünce dünyasını oluşturur. Gördüğü, duyduğu, öğrendiği herşeyi kendi zihin havzasında depolar. En önemlisi de bu havzasında saklı tutuklarını, mesela bakış açısı, ideoleoji gibi, yani bu bilgilerin, şeylerin, belli bir tutarlılık içerisinde dizilimini, aralarındaki ilişkileri ,velhasıl dünya görüşünü oluşturma işlemini çevresindeki insanların tavsiyelerine, direktiflerine göre gerçekleştirir. Hatta genel olarak doğrudan bir taklit de söz konusu olabilir. Annesini, babasını, öğretmenini veya etkisinde kaldığı herhangi birini taklit eder insan, kendi düşüncelerinin taşlarını döşeme şeklini. Tabi döşeyecek taşlara sahip olması da önemlidir insan için. Ancak nasıl döşemek? Burada özgünlük meselesi devereye giriyor. Aslında bu noktada, ne kadar alakalıdır bilmiyorum ama Tolstoy’un ‘’İnsanlar hep başkalarını değiştirmeye çalışacağına,kendilerini değiştirmeye çalışsalar sorunlar çözülmüş olacak’’  cümlesindeki meale yakın sözünü anımsıyorum. Öyle değil mi hakikaten? Herkes kendini düzeltmeye, doğruluğuna inandığı yönde değiştirmeye çalışsa ya, taklitle oluşturduğu dünya görüşüyle yerli yersiz ahkam keseceğine başkalarına. Hiç bir devrim insanın kendi dünyasında gerçekleştirdiğinden daha büyük olamaz bence. Zaten bütün devrimler de insanı değiştirmek için değil midir?  Neyse, asıl temas etmek istediğim mesele biraz ideolojik değişimle ilgili. Kaç tane insan  tanıyorum ki ailesinin, öğretmeninin, mahallesinin, okulunun, şehrinin veya ülkesinin savunduğu ideolojiyi savunuyor, kendi düşünce dünyasını oluştururken ya birilerini  referans alıyor ya da taklit ediyor. Tabi şunu da belirmeliyim, insan bütün ideolojileri reddetsin ve kendi ideolojisini kursun anlamında söylemiyorum, herhangi bir ideolojinin kendince makul gördüğü kısımlarını kendine dayanak noktası yapabilir ve bence yapmalıdır da. Çünkü istisnalar hariç, yeryüzünde gelmiş geçmiş her ideolojinin muhakkak ki iyi tarafları vardır. Her ideoloji kendince çözüm üretmeye çalışmıştır zira. Hulasa, insan  farklı farklı kaynaklardan zihninde biriktirdiği fikirleri ancak harmanlayıp, farklı kodlamalar elde ederek özgün olabilir. 
   Bugünlük ahkam kesmenin bu kadarı yeter de artar bile.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ahkamhaneye Giriş

     Bu ilk adımım, ilk girisimdir  tatli ve sicak haneme.Yeni ev sahibi olan birinin  heyecanini yasamiyor degilim  acikcasi. Bu ilk adımımda öncelikle neden bu  hanecige  gerek vardi, biraz ondan bahsetmek istiyorum.
   
     Kendi evine sahip olabilmek ne kadar huzur getiriyorsa insana, kendi olabilmek ne kadar özgürlestiriyorsa insanı, kendi atını koşuşturabileceği bir alana sahip olması ne ifade ediyorsa bir biniciye, burası da  hayata dair naçizane fikirlerimle ahkam keseceğim, irademi ısıtıp, daha da canlandırabileceğim bir yer olarak o derece önem taşıyor benim için. Yazmayı pek sevmeyen biriydim ta ki yazmanın  insan için ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlayana kadar, yazmanın herkes için her zaman  çok da gerekli olmadığını düşünen biriyken, düşünmenin insan dimağında  oluşturduğu ağırlığın ancak yazarak ortadan kaldırılabileceğini fark edene kadar. İlk yazışımda beynimde oluşan tazelemenin tadına bakmak istedikçe baktım ve en sonunda yazmak bir ihtiyaç haline geldi. Çok sonra fark ettiklerim tamamen netleştiğinde su sonuca ulaştım: Düşünmeyi kendi  zihinleri üzerinde fazlaca hasarlara sebep olan bir hastalık haline getiren insanlar vardır ve ben de en alakasız konularda, hiç gerekmediği zamanlarda, belki de bomboş denilebilecek konularda  bile düsünüp, kendimi fazlasıyla yorarak, belki de ruh halimde birazcık  melankoli oluşturarak ucundan bu hastalığa kapıldığımı zannediyorum. İste bu meretin  tek ilacı vardır o da yazmak. Hatta bence bildiğimiz çoğu büyük yazar bu hastalığın en ileri seviyesini yaşayanlardır. Bu büyük yazarlar yazmadığında,  belki de Dostoyevski'nin ''Bazen zeki bir insan çok çelişkili ve mantıksız sonuçlara ulaşabilir.'' cümlesinde ifade ettiği insan  tipi gibi  çelişik olabilirler. çok düşünmenin yan etkisi kısacası kafayı sıyırmaktır. Yani, çok düşünüyorsa delirmemek için yazmalıdır insan ve (fazla itici görünmemeye gayret göstererek) doyasıya ahkam kesmelidir rahatlamak için. 
   
    Evet ben de  bol bol ahkam keseceğim  ve zihnimi deşarj ederek dinleneceğim burada. Ama bütün ahkamlarımı kendime keseceğim hiç kimseye değil. havsalamın içinden kombinasyonlar üreteceğim keyfimce. Her ne kadar bazen  bu kombinasyonların sıkıcılığına tahammül edemeyip, kızıp, kendime başkaldırarak burayı terk edeceğimi tahmin ediyor olsam da. Tabi kendi  hükümlerini başkalarına dayatmanın, kendi özgürlük sınırını aşmak anlamına geldiğini unutmadan ekleyelim.