27 Aralık 2011 Salı

Zalim Olan Kim?

Bazen gece yarısı uykumu bölerek tabiatımı olumsuz etkileyecek kadar  feci izler bırakan, dimağımda belirginleşecek kadar somut, somut olduğu kadar da müphem meseleleri düşünüyor, düşünüyor, düşünüyorum;insan, hayat, zalim, zulüm, mazlum, acı, sevinç veya keder.
Kendi içinde ayrı ayrı fakat birbirleriyle bağlantılı bu kavramlarla ilgili zihnimdeki efkarın ur haline dönüşmesini engellemek için yazmak istiyorum. Kalemi alıp elime bir kaç şey çiziktirdikten sonra yazının umumi havasına bakınca şaşırıyorum. Benim düşündüklerim bunlar mıydı?  Tamam, fevkalade olmasa da öyle çok da alelade olmamalı  bu kadar düşündüklerim. Sonra fark ediyorum. Düşünmek  ayrı şey, düşündüklerini ifade edip yazıya geçirmek ayrı şey. İkisi ayrı birer lisan gibi. Sonra başka bir şey daha fark ediyorum. Benim bu 'yazma lisanını' öğrenmem lazım. Yoksa çıldırmak 'işten değil' olacak. Neyse ben ne diyecektim? Kuyucaklı Yusuf'u okuduktan sonra şöyle dedim kendime: Ya insanlar ve hayat, iğrenti hissi uyandırıp istihfaf (S.Ali bu kelimeyi çok kullanıyor) edilecek kadar zalimler, ya da Sabahattin Ali okurlarına zulm ediyor. Hayatın gerçek acımasızlığına dayanabiliyorsanız, acılar karşısında karda açan bir çiçek kadar naif olan Yusuf'un o tatlı ruhunun zalim bir dünya tarafından nasıl hırpalandığına tanıklık etmek için bu kitabı okumanızı tavsiye edebilirim.

15 Aralık 2011 Perşembe

Maskesiz Yaşıyoruz

( ''Maskeyi sadece maskeli balolarda takarım.'' diyen, bilmem kaçıncı dereceden memur, dostum Bay Golyadkin'i selamlıyorum.)
***
Maskesiz yaşıyoruz, kurgusuz ve içten.
Kendimize nasılsak, herkese öyleyiz.
Hepimiz çok masumuz
Yağmur  altında kanatları ıslanmış
Çaresiz bir serçe yavrusu kadar.
Başka bir insanın mutsuzluğundan
Mutluluk devşirmeyiz.
Asil ruhluyuz çünkü.
Başka bir insanın mutluluğu için
Kendi mutluluğumuzdan kısarız. Fedakarız.
Ayrıca çok naif ve zarifiz
Kötülüğün bile sevimli göründüğü dünyalarda yaşayan
Çocuk masallarının kahramanları gibi.
Etkisizce, öylesine  havlayan,
Serseri, müptezel bir sokak köpeği gibi
Zararsız  ve gurursuzuz.
Bencillik yoktur hiçbir sevgimizde
Hepimiz çok masumuz.

27 Kasım 2011 Pazar

Bildiğim En Tehlikeli İptila;Gözlerin

Bildiğim en tehlikeli iptila; gözlerin.
Silmeliyim...
Silmeliyim gözlerimden
Nokta nokta gözlerinin izini.

Vazgeçmeliyim uçmaktan
Gökyüzünün bu en netameli diyarında.
Buğulu pencerelere yazmalıyım adını.

Ama aslında yorulmaz ayaklarım, sana yürürken.
Razı değilim tükenmesine yolların, sana yürürken.

Razı değilim dinmesine
Ruhumu saran bu en tehlikeli yangının
En dingin akşamların gölgesinde, dinlenirken.

Bildiğim en tehlikeli iptila; gözlerin
Çözmeliyim esrarını  bakışlarının,
Bu ıslak ateşin, bu tehlikeli kalp atışlarının.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Bir Sonbahar Günü Sevmiştim Seni

Bir sonbahar günü sevmiştim seni.
Hafif yağmurdan sonra
Toprağın kokusu varken burnumda
Gözlerime değmişti gözlerin.
Bilmediğim bir histi, ürkmüştüm bir an.
Çocuktum, bir serçenin kalbiydi kalbim.
Kaçıp sığınmıştım kuytu bir köşeye, susmuştum.

Bir sonbahar günü sevmiştim seni.
Seni itiraf edememiştim kendime.
Ayaz bir sonbahar günü güneş değil
Gülümsemendi beni ısıtan
Ancak seni itiraf edememiştim, her sabah
Kokusunda seni bulduğum kasım çiçeğine.

Bir sonbahar günü sevmiştim seni.
Birer birer düştüğünü seyrederken
Sararmış yaprakların bir akşamüstü
Nefesimle buğulanan pencereye
Adını  yazma cesaretim yoktu henüz.
Uykulardan çaldığım düşlere yazıyordum oysa.

Bir sonbahar günü sevmiştim seni.
Susuyordum ve  sessizce yürüyordum.
Aşkınla tutturmuştum yürüyüşümün ritmini.
Bitmesin istiyordum adımlarım,
Taze bahar kıvamındaki yıllarım.
Yıllar sonra bir sonbahar günü fark etmiştim.
Rüzgarda uçuşan sarı yapraklar gibi
Savrulmuştu birer birer çocukça umutlarım

29 Ekim 2011 Cumartesi

Bilir misin?

Bilir misin,
Sızılar hangi renkleri alır?
Bilir misin,
Bir sızıdan geriye ne kalır?

Bilir misin,
Bir gece kaç parçaya bölünür?
Bilir misin,
Bir gecede kaç kez ölünür?

25 Ekim 2011 Salı

Al Beni Ey Yalnızlık!

Al beni ey yalnızlık!
Götür ülkene
Yürünmemiş
Toprak kokulu yollardan.

Bana masallar anlat.
Hep eksik olsun.
Kırgınlığından bahset
Kelebek ömürlü umutların
Sessizliğin diliyle..

Rüzgarın şarkılar söylesin
Ruhumu saklayan gecelerin
Yolumu gözlesin

10 Ekim 2011 Pazartesi

Dolmuş,Ben,Özgüven,Sen

 Çokça yorulduğum bir günün ardından dersten çıkar çıkmaz oturmak için yer bulurum ümidiyle yağan karın altında hızlı adımlarla (koşuyor görünmemek için özen gösteriyordum) durakta kendisine doğru hareket eden öğrenci ahalisini bekleyen otobüse doğru yürüyordum. Zar zor otobüse atmıştım kendimi, nerde kaldı oturacak yer bulmak... Erken iner de yerine çabucak  otururum diye gözüme oturanlardan birini kestirip yakınında dikildim. Nasıl olsa yolum uzundu. Muhakkak sonlara doğru yer bulup otururdum. Muttalip  bozkırından çıkıp şehrin içine doğru yol almaya başlayınca kırmızı 4 adlı otobüsümüz, oturanlar inmeye başlıyor, ayaktakiler  hemencecik soğutmadan koltuklara yerleşiyorlardı. Oturanlardan biri inmek için  kalkmaya davranırken ayaktakilerden daha atik olmaya çalışan iki kişi uzaktan poposuyla koltuğa yönelmeye çalışıyor ve iki popo birden koltuğa sığma mücadelesi veriyordu. Poposunun mukavemeti güçlü olan kazandı tabi  mücadeleyi. Bense bi türlü boşalan koltuklara yönelme cesaretinde bulunamıyor, her seferinde tamam işte buraya oturacağım diye bir yeri gözüme kestiriyor ama erken hareket etme konusunda güdük kalıyordum. Benden sonra otobüse binenler bile oturmaya başlamıştı artık. Bi eziklik duygusu vermeye başladı bu durum. Nasıl da pasif biriyim diye içten içe eziliyordum. Özgüven eksikliği olmalıydı herhalde bende. Beni çevremden farklı kılan ve bana özgüven verebileceğini umut ettiğim özelliklerimi hatırlamak için neyim var neyim yok döktüm zihnimin sofrasına. Hepsi bir koltuğa oturabilmek içindi. Dersleri, sınavları düşünüp sınıfa göre kıyasladım kendimi, durumum berbattı. Daha da ezildim. Gerçi birinci sınıftayken pis çancıların  dumur olduğu calculus finalinde 50 alarak epey karizma yapmıştım ama pek yetmiyordu bunu hatırlamak. Bir kulübe üyeliğim ya da herhangi bir organizasyonda aktifliğim falan da yoktu. Özel yeteneklerim desem, çalmayı bildiğim bir enstrüman bile yoktu. Düşündüm. Yoktu pek birşey gerçekten. Tipime  ve ufak tefek fiziğime baktım, paspal görünümümden dolayı okulun giriş kapısında öğrenci kimliğimi göstermeye çalıştığım güvenlik görevlisinin ''sen okulun içindeki inşaat işçilerinden misin, tamam geçebilirsin.'' dediğini hatırladım.(Güvenlik görevlisinin bana böyle demesinin ardında aslında bir sosyoloji tezi konusu olabilecek kadar derin sebepler var ama oraya hiç girmeyelim) Daha da kötü oldum. Bana özgüven verebilecek neyim vardı ki? Bulmuştum. İyi top oynadığımı hatırladım. Ancak kimse pek alaka göstermediğinden beni maçlara bile çağırmazlardı ki göstereyim yeteneklerimi. Hiç bir arkadaş gurubuna dahil değildim. Benimle birkaç kişi vardı  muhabbet kuran ancak onlar da sonradan farkettim ki pasifliğimden (iyi niyetli demek daha doğru olur aslında) kendi kişiliklerine  otoriter olmanın verdiği tatminlik duygusunu devşirmek için yakın davranıyorlardı. Ah insanoğlu! Tabi onlar farkında değildi bu durumun. Neyse, yine de ben vazgeçmedim. Çocukluğumda nasıl top oynadığımı hatırladım. Doğal liderdim ben oynadığım her takımda. Mesela binbir yalvararak topun mızmız sahibinden izin koparıp girsem de oyuna, maçın sonuna doğru topun sahibine bile direktif verecek duruma gelirdim oyunu kuruculuk yeteneklerim sayesinde. Hatta azarladığım bile olurdu topun sahibini ve diğerlerini. Hele bir beden eğitimi dersinde  hocaların ve bütün kızların dikkatle seyrettiği üst sınıfla yaptığımız bir maçta bütün cesaretimi toplayıp gelen topa Rivaldo’nunkine benzer  bir rövaşata vurdum ki  'Oooooooo' sesleri yükselmiş, alkışlanmıştım gol olmasa da. Uzun zaman okulda konuşulmuştu o vuruşum. Düşünürken bunu bir durağa varmıştık ve  tam da karşımda bir  koltuk boş kalmıştı. Cesaretim ve özgüvenim yerindeydi. Hemen harekete geçip oturunca koltuğa, rahatlamıştım ama  etrafımda beni kınayıcı sesler işittim birden. Biri tam arkamda 'Yuh ya!!!' dedikten sonra, ''Gel teyze sen yerime otur boşver orayı'' dedi başkasını kınamaktan zevk alan bir iyilikseverin ses tonuyla. Meğer otobüse yeni binip  oturduğum koltuğa yönelen bir acuzeden  kapmışım koltuğu. Utandım hem de çok. Rezilce bir durumdu. Yerimden kalkmadım, hiç birşey de demedim. Bakışlarımı önümdeki koltuğun arka kısmındaki gereksiz desenlere dikerek bitirdim yolculuğu...  Ve bugün...  Yorgun argın işten çıkınca bindiğim dolmuş yine kalabalıktı. Ayakta dikildim. Ev çok uzaktı. Yolculuğun yarısında farkettim. Yine benden sonra binenler oturmaya başlıyordu. Bense hala ayaktaydım. Ancak hiç bir eziklik duygusu falan yoktu bu sefer. Umursamıyordum bile. Çünkü ben seni düşünüyordum. Dalıp gitmiştim.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Pencereler

bütün korkularımı alıyorsun
düşlemek seni yetiyor buna.
bazense büsbütün korkutuyorsun.
sınırları karışmış zihnimin atlasında
iyi ile kötü, yalancı ile dürüst tarafım iç içe
muhtelif gerçeklikler bulanık ve birbiriyle çelişik
Nefes nefese kalmış havsalam, yorgunum.
Pencerem buğulu, göremiyorum.
Seni sevmek, firar edip bütün bu kargaşadan
dağlara sığınmış münzevi bir çocuk.
Seni düşlemek...
Birden bir pencere beliriyor
kırık camlı tahta bir pencere fakir bir evde.
Seni seyrediyorum.
Saçlarına yağmur düşüyor.
Onca yılın yorgunluğunu ve kırgınlığını
bir tebessümün telafi ediyor.
bilirsin, görmeden yaşayabilirim.
ancak penceresiz yaşayamam.
seni düşünüyorum...
gözlerinin rengine çalıyor
gözümün değdiği tüm renkler
sen olmasan âmâ kalıyor
hayata açılan tüm pencereler...

20 Eylül 2011 Salı

Ey Yalnızlığım Anında Arkadaşım!

Seni düşünmek neye benziyor?
Çocukken geceleri çok korkardım. Her gece annemin koynunda bile o kadar korkardım ki  kıyamet kopmuş, yeryüzü  tarumar olmuş ve  ailem, arkadaşlarım, herkes, yeryüzündeki  bütün canlılar göçüp gitmiş ve  yalnızca ben kalmışım gibi hissederdim. Gündüz olunca arsızca bir keyifle  hiç akşam olmayacakmış gibi parıldayan güneşin altında oynar ve eğlenirdim. Ama akşama doğru korkularım da yaklaşırdı. Hiç bir zaman öğrenemedim o korkunun kaynağını. Büyüdüm ve çok zaman geçti. Ama o korkuya benzer bir korku sarıyor beni zaman zaman. Yalnızlığın korkusu...  Kalabalıkların ortasında yaşanan yalnızlık... Kendimi evrenin dışında bir yerde yıldızsız kapkaranlık sonsuz bir uzay boşluğunda iradesiz dolaşıyormuşçasına yalnız hissediyorum. Evet yeminler olsun  ki abartı değil bu. Neyse ki sen yetişiyorsun yardımıma. Seni düşünmek o anda, bir elin elimden  tutup beni bir nehrin  kenarına, ya da bir  cennet bahçesine çekmesine benziyor. Ve vazgeçemiyorum seni düşünmekten geceler boyu... Yoksa çok korkuyorum.

18 Eylül 2011 Pazar

Neresi Sıla, Neresi Gurbet? Ankara Yeni Memleket

Madem ki bir çok kimseler yiyip  içtiğinden, yatıp kalkıp  cumborlop düşüp yuvarlandığına kadar kendi yaşantısından hikayecikler sunuyor, ben de biraz öyle  yapayım bu sefer. Dün PCB  kartına teker teker yaklaşık iki bin tane LED yapıştırıp lehimledim. Ve bu benim için çok önem arz ediyor. Neden mi? Anlatacağım. Yaklaşık iki ay önce  ömür diliminin beş yıllık parçasını harcadığım Eskişehir’den ayrılık vakti gelince, ne  şehre ilk ayak bastığımdan ayrılıncaya kadar ruh halimin girdiği sürecin grafiğini çıkardım,  ne de oturup ayrılığa dair hüzünlü bir yazı yazdım. Sadece ve sadece ''Bu şehir artık başkadır.'' diyerek toplayıp valizimi ayrıldım. Ama daha sonra ilk geldiğimde içinde bulunduğum ruh haliyle ayrılıncadaki ruh halini karşılaştırdım. İlk geldiğimde  şehir ve hayat gözüme daha toz pembe, romantik ve naif görünüyordu. Ama ayrılık vaktinde her şeyde bir kabasabalık ve çirkinlik vardı sanki. Neyse bunlara girmeyelim. Eskişehir hep soğuk davrandı bana ve ben de ona... Ama zorla evlendirilip birbirine soğuk davranan iki çiftin birbirine zamanla ısınıp gizliden gizliye sevgi beslemesi gibi seviyorduk birbirimizi. Ve ayrılırken sevgimizi belli etmeye çekindiğimiz için hüznümüzü de belli etmedik.  Mezuniyetten bir iki ay sonra, yani bir kaç  gün önce, Eskişehir'e komşu bir şehirde, Ankara’da işe başlamış olmam benim için güzel bir gelişme oldu. Hem Eskişehir'e yakınım hem de çeyrek asra yaklaşan ömrümde birilerinin çalışıp kazandığını oturup rahat rahat tüketmekten kaynaklanan bir gevşeklikten kurtulacağım. Üretmeden tüketerek hayata dair ahkam kesmek kolaylığı olmayacak artık. Bundan sonra benim de çalışıp üretecek olmam, çalışma hayatıyla aramdaki kalınca duvarları yıkmam bir dönüm noktası olarak görülebilir. İktisattan pek anlamam. Hani bazen insan kendini çok aptal bazense çok zeki görür ya işte kendimi çok zeki zannettiğim zamanlarda bile ekonomiden hiç anlayamayacağımı düşünmüşümdür. Ama buna rağmen iktisat hayatında fark ettiğim iki  grup var. Üretenler ve tüketenler. Yok yok Bertholt Brecht'in tahtaravallisinden veya ''Neden en çok iş yapanlar en az gelire sahipken neredeyse hiç bir iş yapmayan bazıları bütün toplumun kazandığından pay alırken daha fazlasına sahip oluyor?'' gibi  tehlikeli sorular sorup sosyalist fikirlerden  bahsetmeyeceğim elbet. Sadece  hiç kimsenin maddi desteğine ihtiyaç duymadan hayatımı idame ettirip iaşemi tedarik etmemin, üretenlerin sınıfında olmamın benim için ne kadar ciddi bir mesele olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Onun için şu son iki günde yaklaşık iki bin tane LEDi PCB kartına yapıştırıp lehimlemiş olmam çok şey ifade ediyor. Bakalım Ankaralı günler nasıl bir süreç izleyecek. Göreceğim.
Not: Resmi öylesine renklilik olsun diye koydum. Belki yazının sıkıcılığına iyi gelir.

11 Eylül 2011 Pazar

Ben Bir Ortadoğuluyum

Ben bir Ortadoğuluyum. Genotipimden fenotipime, fiziksel ve fikirsel olarak dünyaya bakış açımdan farkında oluduğum veya olmadığım birçok özelliğime kadar yeryüzünün ortadoğu denen bu coğrafyasına aidim.  Ama  kendime bile çekinerek söyleyebildiğim bir şey var. Bu coğrafyayla aidiyet bağım olduğum için bir utanç duygusu oluşuyor bende. Kim bilir  belki de benim ahlaki eksikliğimdir ait olduğum yerden utanmam. Ama aslında önceleri birçok kadim medeniyetin hayat bulduğu  bu coğrafyaya ait olduğum için şanslı hissediyordum kendimi. Lakin birazcık dışarıdan bir gözle baktığımda yeryüzünde Ortadoğuda olduğu kadar ölümün ve zulmün, nefret ve husumetin insan ruhunu laçkalaştıracak kadar kanıksandığı bir coğrafya yok gibi görünüyor. Belki de vardır, ben bilmiyorum. Ya da belki de başka coğrafyaların da, başka ülkelerin de utanılacak başka özellikleri vardır. Mesela asırlarca doğunun ve Afrika'nın kaynaklarını sülük gibi sömürüp zenginliğin sınırını zorlayan emperyal devletlerin yaşadığı coğfafyalar gibi. Ancak bu durum biraz utancımı azaltsa da yine de ortadoğunun kadim  halklarının savaşmadan, birbirlerine husumet beslemden barış içinde yaşayabilme  basiretsizliğine bahane olamıyor. Ortadoğuda herkes birileriyle sorunlu. Türkler, Araplar, Kürtler, Acemler, Yahudiler.  Kim kime düşman değil ki? Bütün halkların arasında büyük uçurumlar var.(Ermenilerle Türkler, Araplarla Yahudiler arasındaki uçurumlar  mesela.) Her devletin her halkın  savaştığı veya husumet beslediği bir başka halk var. Savaşmayan halkların kaderiyse kendilerini yöneten tağutların, diktatörlerin güdümünde olduğundan doğru dürüst ilişkileri bile olmuyor. Anlamıyorum gerçekten. Anlaşılacak gibi de değil. Neden insanlar birlikte aynı coğrafya üzerinde yaşamak zorunda olduğu insanlarla barış içinde yaşamaya çalışmazlar ki? Tamam pragmatizm her devlet için değişmez bir realite. Tamam sorunsuz sütliman bir bölge istemekte saflık olur.  Ama neden öldürmek, neden yok etme  çabası? Bütün halklar ruh hastası derecesinde paranoid bir milliyetçiliğin ve salaklık derecesinde bir pragmatizmin etkisinde. Dünyada bıkmadan usanmadan savaşarak, husumet besleyerek bir ülkenin çıkarlarını savunmak kadar salakça bir pragmatizm var mı?   Sorunların çözümü için muhatapı yok etmekten daha iyi bir yol bulmak veya bulmaya çalışmak, bununu için çabalamak herkes için en faydalısı olmaz mı?

    Neyse bunlar klişe sözler. Sanırım yukarıdaki fotoğraftan bahsetmeliyim. Oğuz Haksever muhakkak daha iyi anlatırdı. Yer Tahrir Meydanı. Şubat ayında  Mısırda gerçekleşen devrimde, bir cuma günü Müslüman direnişçiler cuma namazı kılarken Hristiyan direnişçiler onları korumaya alıyor. Sanırım Müslümanların camilerine farklı mezhepten olduklarından dolayı bomba koyan Müslümanların ve Ortadoğudaki bütün farklı din ve milletlerden olanların alması gereken birçok ders var bu fotoğraftan.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Her Şeyin Bir şeyi Vardır

   Bugün  pek namdar bir şairin eleştirildiği bir köşe yazısının sonunda okuduğum bir cümle ( Fransızlara aitmiş) dikkatimi çekti. : ''Şiirini sevdiğin şairle tanışmak, kaz ciğeri ezmesini sevdiğin kazla tanışmak gibidir.''  İfade biraz ağır gibi olsa da sadece şair ve şiiri için değil, farkında olarak veya olmayarak  kutsallaştırıp ideal tipler haline getirdiğimiz yazar, şarkıcı, türkücü, futbolcu gibi alem malum olmuş birçok insanın gerçek kişiliğini tanıdığımızda karşılaşabileceğimiz hayal kırıklığını trajikomik bir şekilde anlatıyor. Merak ediyorum. Örneğin Bir inşaat işçisi yaşadığı barakada kirli çamaşırlarını elleriyle yıkadığı anda kral, imparator, baba diye adlandırdığı, acıklı türküler söyleyip çileli insanların sırtından para kazanan  arabesk sanatçısını şatafatın içinde alem yaparken görse, nasıl bir ruh haline bürünür? Neyse bu örnek pek alakalı olmadı gibi. Arabesk ezilmiş  halkların afyonudur deyip geçelim. Benim aklım en çok tarihi kişiliklere takılıyor. Nerdeyse tapılacak hale getirilen, hatta belki bazı devletlerin (mesela?) resmi ideolojisine ilham kaynağı olan  tarihteki bazı komutan, padişah, asker gibi zevatın gerçek kişilikleri bilinse ne olur acaba? Bilmek bir tarafa, sorgulamak, tarihi bazı kişiliklerin de biz insanlar gibi yiyip içtiğini söylemek bile bazen küfür gibi algılanabiliyor. Neyse hayal kırıklığına uğramak güzeldir vesselam.

28 Ağustos 2011 Pazar

Gözlerinde Umarsızca Ağlayışın İzleri

Gözlerinde umarsızca ağlayışın izleri
Bir kuşu öldürerek bir boşluğa denk gelip
Kendini öldürmüşsün
Gözlerinde saklı bir intiharın izleri...
Okşarken saçlarımı titriyor ellerin
Belli ki  yuvasını bozup gitmiş
Terk etmiş kırlangıcın seni
Çok üzülmüşsün.
Gözlerinde bir intiharın izleri
Bir kuşu öldürerek bir boşluğa denk gelip
Kendini öldürmüşsün, çok üzülmüşsün.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Cam Kırıkları

Cam kırıkları.
Cebimdeki harçlığım, buruşmuş biletim
Rötarlı trenim, ikinci el kitabım
Uykusuzluğum ve acıkmış karnım
Her şeyden habersiz neşeli duruyor üstümde
Beğenir diye aldığım yeni elbisem.
Cam kırıkları...
İçimde ağır ağır birikiyor gam
İçimde ağır ağır ölüyor bir can.
İstasyonda saz çalan bir adam
Bir polis kimliğimi soruyor alakasızca
Cinayeti mi fark etti yoksa!
İçimde ağır ağır ölüyor bir can
İçimde ağır ağır birikiyor gam
Damlamayı bilmiyor ki gözümdeki nem
Her şeyden habersiz neşeli duruyor üstümde
Beğenir diye aldığım yeni elbisem.

****

31 Temmuz 2011 Pazar

Parça Pinçik

   Her biri birbirinden bağımsız ve kendi içinde belki de tutarsız, başı sonu belirsiz, bazısı dışarıdan bir etki sonucu oluşan, bazısı tamamen içsel olan bir çok mesele, bir çok konu kafamanın içini kurcalıyor. Rehavetten ve sıcaklardan kaynaklanan tuhaf bir huzursuzsuzluk ve muğlâk bir ruh halim var bu aralar. Zihnim bölük pörçük, parça pinçik olmuş durumda. Aslında  yazmak istediğim  ‘bazı şeyler’ var ama; hangisinden, nerden başlasam, hangisi hangisiyle bağlantılı, bunları nasıl toparlayıp belli bir düzen içinde ifade edeyim, edeyim ki biraz tazelensin zihnim, bilmiyorum.  

   Ahkamhaneciğimi bir itirafhaneye, hele rahatlamak için sürekli  günah çıkarttığım bir yere   çevirmeye hiç niyetim yok, ama birşeyi itiraf etmek istiyorum:Bugüne kadar kendimi hep kandırmışım, bin bir türlü tevile başvurararak  başkalarını kandırmaya çalıştığımda bile...  Zaten  insan kendisinden başkasını kandırabilir mi?!!  Ama  kendimi kandırdığımın fakında değilmişim şuana dek. Örneğin egoist olup olmadığım konusunda. Birazcık, yani olması gerektiği kadar enaniyetimin olduğunu, genel olarak mütevazı olduğumu düşünmüş, hayatlarının içini ve her köşesini egosuyla dolduranlardan sürekli tiksinmiş, hatta bir çok  kez merhamet etmiş biriyken, özellikle egomun şişik olmadığı konusunda kendimi çoğu zaman kandırmışım. 

   Peki ya samimiyet kavramını farkettiğimden beri her fırsatta hayatımda samimiyetten daha muteber bir mefhum olmadığını iddia edip, zaman zaman kendimi yeryüzünün biricik samimi insanı olarak görmüş olmama ne demeli? ‘’Patavatsızlığı samimiyet sanıyorsun’’ dediğinde çok sevdiğim biri, bu konuda da bir özeleştiri yapınca, yanıldığımın değil de kendimi kandırmış olduğumun farkına vardım. Kendimi kandırmış olduğumu söylemek yerine yanılmışım demeyi tabi ki  tercih ederdim. Ne yazık ki öyle diyemiyorum. Samimiyetsizliğini itiraf ederken insanın samimi görünüp görünmediği konusunda da bir fikrim yok!

  Bazen içime olur olmaz yerleşen esrarını çözemediğim sıkıntıların kaynağınını bulmak  için sessizce etrafıma, kendime ve bütün çevreme bakıyorum. Hayatın çok güzel, herşeyin aslında tam da olması gerektiği gibi mükemmel denilebilecek vaziyette olduğunu görüyorum. Sonra fark ediyorum ki  herşeyi çirkinleştirebilen içi kurt dolu küflenmiş bir kafam var.
    
  Okurken kötü bir sonla biteceğini ve yazarın,  kahramanların ( aslında kendisinin) bütün acılarını okurun yani benim sırtıma yükleyeceğini düşündüğüm, ama kitabın sonu beklediğim gibi hüzün ve acıyla bitse de yazarın kendisini (yazar da kısmen hikâyenin içinde yer alıyor) ve bütün kahramanları gözümde acıları paylaşılmaya değmeyecek hale getirdiği, dolayısıyla kitap bittiğinde içimde hiçbir üzüntü bulmadığım,  Orhan Pamuk’un KAR adlı romanındaki bir diyalogdan bir parça alıntı yapmak istiyorum.

 * Yıllarca siyasi sürgün yaşamış biri olarak söylüyorum. dinle beni: Hayat ilkeler için değil mutlu olmak için yaşanır.
 --   Ama ilkesiz ve inançsız da kimse mutlu olamaz.
 *  Doğru. Ama bizimkisi gibi insana değer verilmeyen zalim bir ülkede, inançları için kendini mahvetmek akılsızlıktır. Büyük ilkeler, inançlar, onlar zengin ülkelerin insanları içindir.
 -- Tam tersi. Fakir bir ülkede insanın inançlarından başka sarılacak hiç bir şeyi olmuyor.
 * (‘’ama inandıkların doğru değil.’’ demedi içinden geldiği gibi.)

  Yaşarken birçok şeye alışıyor insan. Ancak bazı durumlar var ki insan hayatı boyunca yüzlerce kez yaşasa da bir türlü alışamıyor. Kırılan ümitlerin, yıkılan hayallerin bıraktığı etkiler her seferinde aynı olabiliyor. Alışkanlık pek kar etmiyor bu tür durumlarda.  


  

23 Haziran 2011 Perşembe

Mutluluğun Resmi 3: Külde Patates

Piyer Behuzov, ‘Savaş ve Barış’ta  Tolstoy’un en çok işlediği karakterlerdendir. Rus aristokrasisine mensup sosyete çevresinde epey tanınan entelektüel birikimi olan biridir. Her ne kadar varlıklı babası ölünce bütün mirasını Piyer’e bıraksa da, babasının gayrı meşru çocuğu olduğundandır herhalde küçüklüğünden beri aile içerisinde öteki olarak görülmüştür. Bu durum kendisinde,  hayatı pek sorgulamadan yaşayan, miras ve makam hırsı ile sarılmış aristokrat çocuklarının aksine hep bir durgunluk ve iç hesaplaşma haline sebep olmuştur. Özellikle orta yaşlarına doğru kendince hakikati, kendisini huzura erdirecek hakikati sorgulamaya başlar. Uzun süre mason locasında önemli görevler alır. Ancak daha sonra burda da istediğini bulamadığını anlayıp ayrılır. Napolyon'un ordusuyla bir heyula gibi Avrupa’nın ve Rusya’nın başına bela olduğu savaş-barış arasında ilişkilerin kararsız geçtiği yıllarda iç sorgulama hali daha fazla kendini göstermeye başlar Piyer için. Aslında bu durum biraz da bohem hayatı yaşamasına, bir boşvermişliğe iter onu. Miras ve evlilik dedikodularınn yapıldığı sosyete partilerinde bol bol yedikten sonra tenhalara çekilip içmekten başka pek birşey yapmaz. Bütün aritokrasiyi güzelliğine hayran bırakan ihtiraslı karısına ve onca servetine rağmen mutsuzdur hep. Yanındayken huzur bulduğu iki insan vardır sadece; kadim dostu Prens Andrei ve yakın, dost bir ailenin kücük kızı Nataşa. Nataşa’ya karşı farklı duygular besler, hatta ona aşıktır diyebiliriz. Ama bu bir erkeğin bir kadına aşkından ziyade bir insanın bir insana aşık olması gibidir. Asil  ruhludur Piyer Behuzov. En çok değer verdiği iki insanın birleşmesini ister. Nataşa ile prens Andrei’in nişanlanmaları için aralarını yapar ve bu amacına ulaşır.

Fransız ordusunun Moskova’ya gireceği kesinleşmiştir. İmkanı olan aileler, yanlarında götürebilecekleri herşeyi yükleyip terketmeye başlamıştır şehri. Piyer Behuzov’un bütün çevresi gibi  Nataşa da ailesiyle birlikte ayrılır şehirden. Ayrıca cepheden kadim dostu Prens Andrei’in  ölüm haberini de almıştır Piyer. Şehri terketmeyip mücadele kararı alır. Zaten ölmeyi pek umursamaz durumdadır. Süfli elbiseler giyinip bir silah edinir. Napolyon’u öldürme planları(hayalleri) kurar. Fransızlar Moskovaya girmiştir artık. Şehrin birçok yerinde yangınlar başlamıştır. Napolyon ise Kremlin Sarayına yerleşmiştir bile. Tuhaf duygular içinde ve kafasındaki muhayyel planla yağmalanan ve yanan Moskova sokaklarında dolaşırken yangından küçük bir kız çocuğunu kurtarır. Kızı teslim etmek için  ailesini ararken birkaç Fransız eskerinin bir Ermeni aileye ve o ailenin genç kızlarına musallat olduklarını görür. Fransız askerlerine müdahele eder ve kavga dövüş derken yağmacı suçlamasıyla kendisi tutuklanır. Kötü kokulu izbe bir barakaya, esirlerin arasına atılır. Hiç sorgulanmadan idam edilen bir gencin ölümüne tanıklık eder. Bu onda büyük bir etki bırakır. Tarif edilmeyecek kadar zor bir ruh halindedir artık. Arkadaşının ölümü,  yaşadığı kayıplar ve bir de kendi şehrinde Fransızlar tarafından yakalanıp esaret altında tutulması... Yaşadıklarını düşünürken, kendisine yaklaşan müptezel kılıklı bir başka esir onunla konuşmaya çalışır. Aç olduğunu düşünerek ona külde pişmiş bir patates verir. Piyer, kendisiyle konuşmaya çalışan esirin muhabbetini pek  de umursamadan kendisine yapılan ikramı kabul eder. Bir günden beri hiç birşey yemediğini hatırlar. Patatesi soyup yedikten sonra bunun hayatında yediği en güzel yemek olduğunu düşünür. Kendisine ikramı yapan esirle arkadaş olur. Bir ay sürecek esareti boyunca ömür boyu kürek mahkumluğuna çarptırılmış bir mahkumun vakarıyla dervişane bir hayat yaşar.

Yaşadığı esir hayatının kendisinde bıraktığı etkileri Tolstoy şöyle özetler: '' Sonunda yıllardır hasretini çektiği iç huzura ve halinden memnun olma duygusuna kavuşmuştu. Piyer’in hayırsever olma çabalarında, masonlukta ve Nataşa’ya olan romantik aşkında bulamadığı buydu. Artık ne Rusyayı, ne savaşı ne de Napolyon’u düşünüyordu. Bunların hiçbirinin kendisini ilgilendirmediğini anlamıştı. Napolyonu öldürme fikri ona şimdi çok anlamsız geliyordu. İlk defa acıkınca yemek yemenin, susayınca su içmenin, yorulunca dinlenmenin, üşüyüp kendisini ısıtmanın ve bir dosta ihtiyaç olunca konuşmanın zevkini takdir ediyordu.''

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Sar Beni Melankoli

  Sar beni melankoli, güz baharı esir almışken
  Somurtup duruyorken dışarıda  bulutlar
  Güneş milyonlarca uzaktayken
  Ve karamsarlığın hayaleti ruhunu ele geçirmişken
  Bu şehrin, bu sokakların.
  Sar beni melankoli, ki yabancısı değilim bunların.
  Nasıl yıkıldığını bilirim dağların.
  Yabancısı değilim!
  Yakmaya çalışırken ümidin ateşini
  Aniden bastıran kararsız yağmurların,
  Güneşin ışığı ruhuma dolmak üzereyken
  Etrafımı saran simsiyah bulutların.
  Sar beni melankoli, bitmez çelişkilerim,
  Bitmez içimdeki umut. Yabancısı değilim!
  Sonsuzuğuyla mavi gökyüzüne bakarken
  Bir kuşun özgürlüğe çarpan kalbindeki heyecanın.

13 Mayıs 2011 Cuma

Bugün Çok Cesaretliyim

 Bugün çok cesaretliyim.
 Ne kalbimin kırılmasından korkuyorum
 Ne de birinin kalbini kırmaktan.
 Bugün çok cesaretliyim.
 Ne hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum
 Ne de hayal kırıklığına uğratmaktan.
 Çok cesaretliyim bugün.
 Korkmuyorum şu bahar mevsiminde
 Çevremi saran kara bulutlardan.
 Gözüm açık seyredebilirim bir ümidin tükenişini
 Korkmuyorum ağlamaktan.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Beklerim

Güneş battığında her akşam
Karanlıklarda saklayıp ruhumu
Sabahı beklerim.

Zaman ince ince budarken ümitlerimi
Saatler tükenmek üzereyken
Çıkıp gelmeni beklerim.

Kurak caddelerde
Kalabalıkların ortasında kapatıp gözlerimi
Beni alıp sana ulaştıracak  bir rüzgar beklerim.

Sensizliğin çölü sarmışken kasvetli şehirleri
Asırlarca yanan bir yangını söndüren
Seni damla damla içimde biriktiren
Serin bir yağmur beklerim.

24 Nisan 2011 Pazar

Mutluluğun Resmi 2: Çay ve Poğaça

     Kaşınıyorum fena halde. Kaşıntı bir haşere gibi elbisemin içinde dolaşıyor. Bacağımdan omuzuma, ordan sırt bölgesine geçiyor. Uyuz olmadım, biliyorum. Çünkü dün akşam kaşınmıyordum ve daha bu sabah keselene keselene yıkandım. Stresten kaşınıyorum zannımca, evet stresten. Bir melanet gibi üstüme çökmüş tembellikten dolayı sürekli ertelediğim, bir türlü çalışamadığım yarınki  sınavın stresinden kaşınıyorum.  Her sınav haftasında en az bir iki gece kaşıntı tutar böyle. Saat gece sıfıra yaklaşıyor ve hala hangi üniteye ağırlık vereyim diye tereddütteyim. Sınav sabahın dokuzunda ve sorumlu olduğum dört tane ünite var. Önümde çok çalıştığımın alameti olan büyük bir kahve lekesiyle kaplı, kısım kısım sayfaları ters çekilmiş power electronic kitabının fotokopisi duruyor. Bir o üniteye bakıyorum bir bu üniteye. Evirip çeviriyorum, olmuyor. Keşke kafamı yarıp içine kitabı koyma imkanım olsaydı, ne güzel olurdu. İlk gençlik yıllarımda aşık olup bir güzelin kemendine takılmışken bile  muhayyilem bu tür ümitsizliklere tevesül etmezdi. Ama insanı bu hale getiriyor işte bu bölüm. Olmuyor nihayetinde. Şimdi yatsam gece ikide kalkıp ilk horoz ötene kadar çalışsam, kitabı yalayıp yutarım. Bu düşünce biraz ümitlendiriyor beni. Ve ikiye kurup saati uyuyorum...

   Ama uykuda bile kurtuluş yok ki şu haşereden. Uyuz dersin uyuz hocası gudik ingilizcesiyle ‘’wake up guy, never come my course to sleep!’’ deyip uyandırıyor beni saat ikiye varmadan. Sırtımdaki haşere uyutmuyor beni. Mutfağa geçip su kaynatıyorum kahve içmek için. Şeker bitmiş. Şekerliğin dibindeki katılaşmış şekeri kazıyorum elimde kürek misali cay kaşığıyla gecenin bir vakti. Bir an Sibirya’da kürek mahkumu olmak şu bölümde okumaktan daha tatlı geliyor bana. Şeker kazınmayınca ben de kaynamış suyu şekerdanlığa dökerek hazırlıyorum kahvemi. Kahve keyfinden sonra tekrar geciyorum lekeli kitabın başına. Tam bir saat yerimden kalkmadan calısıyorum. Tam ısınmışım, herşey güzel gidiyor, derken, en önemli sayfası eksik çekilmiş fotokopinin. Sinirlerim altüst oluyor.  En iyisi uyku. Yoksa saçım aklaşacak sabaha kadar. Bari saçımı kurtarayım. Yarı ölüm demek olan uykuya dalıp yarı intihar ediyorum bir nevi. 

   Sabah beş altı kez ertelediğim telefonun alarmıyla uyanıp alelacele tramway-otobüs yaparak yetişmeye çalısıyorum sınava. Şeytan yolda sürekli dürtüyor beni ''rapor al rapor!'' diye. Okula varır varmaz kendimi en huzurlu mekana, kantine atıyorum. Girer girmez bir masanın etrafında hararetle çalışan dört beş arkadaşı fark ediyorum. Uzaktan selam vererek geçiyorum, yanlarına yaklaşmıyorum bile. O kadar çalıştım, şimdi kafamı karıştırmasınlar. Köşede başka bir arkadaşın kukumav kuşu gibi düşündüğünü görüyorum. Belli ki ona da ümitsizlik sirayet etmiş. Diğer bir köşede çancının biri bir şeyler tıkınıyor çalışkanlığının kendisine verdiği rahatlıkla. Hepsine uzaktan selam vererek, kantindeki kalabalıkları yararak  derhal kendime çay-poğaça alıyorum. Mutluluk anı yaklaşıyor, ben heyecanlıyım. Sevinçten paranın üstünü unutuyordum az kalsın.

    İlk lokmasını ağzıma aldığım andan itibaren poğaçanın enfes tadı, beni içinde bulunduğum sınav haftasının, dün gecenin bütün buhranlarından kurtarıyor. Çay ve poğaça, asırlardır ayrı kalan birbirine tutkuyla bağlı iki sevgili, ve benim ağzımda buluşuyorlar. Onların mutlulukları ruhuma sirayet ediyor. Kızgın güneşin kumunu kavurduğu ıssız çöl, nehirlerin geçtiği yemyeşil vadilere dönüşüyor her lokmada. Ne geçmişin ne de geleceğin endişesi kalıyor. Üstelik azalan marjinal fayda kanunu tersine işliyor. Yedikçe artıyor marjinal faydası her lokmanın.  Herşey çok güzel ve üç beş harikapişe dakika geçiriyorum. Tek sıkıntı çay ve poğaçadan birinin diğerinden önce  bitmesi. Çünkü birinden bir gıdım arta kalsa kantinden eşini alıp devam ediyorum ve bu bir zincirlemeye sebep teşkil edecek kadar tehlikeli. Sınavı kaçırabilirim mesela. Ama birinci sınıftaki yanılgılarım çok şey öğretti bana. Bu konuda tecrübeliyim. Diyebilirim ki şu fakültede en iyi öğrendiğim şey, çay- poğaça tüketimi ve zaman arasında bir sinerji oluşturmaktır. Bizimkiler okulda elektrik döşemeyi, ampül çevirmeyi  öğrendiğimi sansınlar ben burda mutluluğun esrarını çözüyorum...
  
  Sınava gireceğim sınıfa doğru yol alıyorum  mutluluğu elde etmişliğin verdiği vakur ve müsterih bir edayla. Stresinden uykularıma kabusların girdiği o çok önemli sınav, hayatım boyunca girdiğim yüzlerce sınavdan bir tanesi oluveriyor.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Mutluluğun Resmi : Nisan Yağmuru

   Mutluluk çok tuhaf bir kavram bence. Çünkü insan çabası ile elde edilebilen birşey değil. Yani belli bir teorisi yok. Sanırım biz insanların mutlu olmaya çalışırken en çok yanıldığı nokta burası. Kendisine bir hedef koyup, şunları şunları elde edersem mutlu olurum derken aslında mutluluğa giden kesin bir yol çizmiş olmuyor insan. Hayatta bütün şartlar mükemmelken mutsuz ve bütün şartlar kötünün ötesindeyken de mutlu olunabiliyor zira. Mutluluğu oluşturan şartlar  genel olarak kişiye özgü ve daha çok ruh haliyle ilgilidir aslında. Bazen bir nefeslik zaman diliminde yakalarız mutluluğu. Bazen uzun, karmaşık bir süreç sonunda onu elde ettiğimizi fark ederiz. Ama herkes bir şekilde az veya çok yaşar onu. 
 
   Nisan, ayların en tatlısıdır bence. İstesem de istemesem de bu ayda mutluluğu yaşarım muhakkak. Hele güneşin kararsız bulutların arkasında nazlı nazlı saklambaç oynadığı günlerde...  Günün erken saatlerinde masmavi gökyüzü bir ferahlık katar içine  ve sonra bulutlar şenlik için yavaş yavaş doldurmaya başlarlar meydanı. Müşfik bir eda ile ama kesik kesik parıldayan güneş onlara ayak uydurur. Sonra aniden kaybolur. Bulutlar somurtmaya başlar. Bir ciddiyet kaplar her tarafı  ve gerilirsin hafiften. ‘’Herşey iyiydi, güzeldi ne oldu birden?’’ diye sorar, bir tedirginlik yaşarsın. Ama bütün bunlar, kısa bir süreye derinlikli bir mutluluk sığdırmak için birer uğraştır. Çünkü gerilimli dakikalardan sonra, birden bastıran bir kırkikindi yağmuruyla ruhuna sihirli bir el dokunmuş gibi olur. Yağmurun bitmesini beklemeden, güneşin meraklı bakışları aydınlatır yeryüzünü. Bu meraklı bakışlar, mutluluk resminin son ve en önemli fırçasıdır aslında. Bu son fırçayla rengarenk bir halka ince kollarıyla gökyüzünü kucaklar. Bütün bu görsellik insan ruhunda enfes izler bırakır. Bir de hafiften toprak kokusu yayılınca etrafa, yanık yanık öten bütün neylerin sesi kesilir. Çünkü vuslat gerçekleşmiştir. Geçmişle ve gelecekle bütün bağlar kesilir. Bütün sıkıntılar, problemler anlamını yitirip etkisini kaybeder. Doğada oluşan değişim bir mutluluk koridoru oluşturur ve ulaşırsın O’na. Belki farketmezsin ama O’nu hissedersin, vuslatın tadını çıkarırsın.  Ne yazık ki bu durum kısa sürer ve tekrar geleceğin ve geçmişin zincirleriyle bağlanırsın zaman çizgisine.

    Nisan ayının tam ortasındayım. Ayın başında ‘’keşke her günün içine bir otuz  gün daha sığsa da uzun uzun yaşasak bu ayı.’’ diye düşünürken, hala baharı farketmiş değilim bu soğuk memlekette. Hava hep somurtkan bulutlarla kaplı ve genelde soğuk. Dışarı çıkası bile gelmiyor insanın. Gerçi  ümitvar olmak lazım, en azından bundan sonrası için.

 
  

31 Mart 2011 Perşembe

Bir Sır Olarak Saklıyorum Seni

      Biliyorum çok garip, neden sana yazıyorum ki? Belki de sana yazıyor olmamdan, yazdıklarımın tuhaflığından ürperiyorsundur, ben bile ürperiyorsam. Gönderileceği adresi belli olmayan bir mektup yazar gibiyim bir bakıma. Yazdıklarımı okuma ihtimalin yok, biliyorum. Ancak öte tarafta karşılaştığımızda sana yazılmış olduğu için okuma ihtimalini göze alarak yazıyorum. Yalnızlığımı sana yazıyorum. Yok yok garipseme beni, zira yalnızlık ülkesindeki bir mülteci için garipsenmemeli bu tavır!
 
     Siyasi mültecilerin sığındığı kuzey ülkelerine benzeyen bir yalnızlık, seni sen olduğun için, her şeyine rağmen kabul edebilecek kadar demokrat, ancak soğuk. Baharın pek uğramadığı bir yer gibi. Özgürlüğünü doyasıya yaşıyorum kendim olabilmenin. İstediğimi konuşabiliyorum istediğim dilde. Dinleniyorum can kulağıyla büyük bir sessizlik içinde ve bütün seslerini işitebiliyorum ruhumun. Her şey beni anlıyor, anlaşılmak istediğim gibi hem de. Birilerinin umursamazlık girdabının yutmuş olduğu bazı hislerin yeniden, daha farklı ve tazelenmiş olarak yeşerdiği ruhumun bereketli topraklarıdır yalnızlık. Bir ihtiyaçtır çoğu zaman. Günlerce odamdan çıkmıyorum. ’Yeraltında’ bir sıçan gibi yaşayıp,  melankolik ‘notlar’ tutuyorum. Bazen bomboş gözlerle saatlerce duvara bakıp şöyle diyorum kendi kendime; ''Dışarıda başkalarının bana çizdiği rolü oynayacağıma, kendi yeraltımda tembel tembel otururum daha iyi.'' Öğrenciymişim, Fundamentals of control systems diye bir ders varmış. Kimin umurunda? Bunlarla uğraşmayı ben seçmedim ki. Hepsi toplumun, sosyal düzenin bana biçtiği rolde akıp giderken muhatap olmak zorunda kaldıklarım. Kendimi ifade edebilmem için başka yöntemler kabul etmeyişlerinden dolayı seçmek zorunda olduğum çizgi. Zaten vicdanım sızlamasa ders çalışacağım da yok.  Yine de dışarı çıkıyorum bazen. ''Dış dünyaya, bu şehre, sokaklara neden küseyim ki'' diyorum. Yorgunluk nedir bilmeden saatlerce yürüyorum. Adımlarımın ritminden kaldırımlar ruh halimi çözüyor. Yağdığında her tanesi bir arkadaş gibidir yağmurun. Ama hep sönüktür bütün ışımaları güneşin ve hep soğuk. En kalabalık caddelerden geçerken etrafımda hayaletler gelip geçiyor. Bazen de aklıma takılmıyor değil şu soru; Acaba hayalet ben miyim?

      Yılların eskitemediği bir mesele kurcalıyor zihnimi: Sen kimsin, nesin? Sana olan duygularım için  insanların bana öğrettiği kelimelerde, kavramlarda bir  tanımlama bulamadım henüz. Kendim de bu hisleri tarif edecek bir tanımlama üretebilmiş değilim. Hayır! Doğru değil söylediklerim. Biliyorum aslında. ‘’Ne hiç kimsesin ne de hiç bir şeysin.’’ Biliyorum aslında her şeyi bakma sen, bilmezlikten geliyorum. Bir sır olarak saklıyorum sana dair bütün tanımlamaları. Bir sır olarak saklıyorum betimlenemez hislerimi. Gönlümde bir sır olarak saklıyorum, deryadan bir damlayı yüreğime serperek sonsuz deryayı, kendisini bana tanıttıranı.   

19 Mart 2011 Cumartesi

Mutluluk Veren Bilgi!

    Mutluluğa ulaştıran bilgi anlamına geliyormuş Kutadgu Bilig. ''Akıl senin için yeminli bir dostur.''  sözünü  görünce kitabın arka kapağında, açıkçası heyecanlanmıştım. Ama kitabı okumaya başlayınca bütün heyecanım  kayboldu. Çünkü Yusuf Has Hacib’in yazıp kendi döneminin hükümdarına (1070 civarı) sunmuş olduğu  bu kitap, içi bol bol öğütlerle  kılıflanmış yağcılık dolu bir kitap olmaktan öteye geçmemiş. Bir nevi  ‘Kelile ve Dimne’ özentisi  ile yazılmış ama ordaki özgünlüğün yanından bile geçmiyor. Kitabın girişinde de şöyle bir soru var; ''Ellili yaşlarında taşradan merkeze gelmiş bir adama devlet içinde önemli bir mevki kazandırmış bu eserin önemi deydi?'' Kitabı okuduktan sonra cevabı bulabiliyorsunuz tabi.
 
   Kitapta baştan sona iyilikten,güzellikten,iyi yüreklilikten,erdemden,ahlaklı ve inançlı olmanın öneminden bahsedip öğüt veriyor ahkam kesiyormuşçasına. Ara ara  padişaha övgüler yağdırılıyor. Kitabı okurken kasvetle doldum. Bin yıl önce yazılmış tarihi bir kitap olmasa okunmaya değmez. Kitaptaki öğütçü yağcı olduğu gibi  bir o kadar da çok bilmiş bir vakanüvisin  edasına sahip. Bu özelliklerini   kamufle etmek içinse, bir nevi kendini meşrulaştırmak için, durmadan dinden,iyilikten,güzelliklerden bahsediyor. Zaten öğütçünün zihninin problemli olduğunu anlamak için padişahın,hizmetçinin, ya da saraydaki herhangi bir görevlinin yüzünün güzel olması gerektiğini düşünmesi yetiyor. Yok efendim padişaha içmek için birşeyler sunan hizmetçinin yüzü güzel olursa padişah daha iştiyakla içermiş içeceğini. Ne kadar itici bir bakış açısı değil mi?  Hatta kitaptan birkaç örnek vereyim de daha iyi anlaşılsın ne demek istediğim.

''Soyu iyi olan insan iyi olur.''
'' Hacib,yani padişahın öğütçüsü veya danışmanı, hükümdarın sözünden çıkmamalıdır.Her aklına geleni söylememelidir. Uyanık olmalıdır.''
 '' Başını korumak istersen beylere söylenmemesi gereken sözleri sen söyleme.''

     Yani, daha açıkça ifade etmek gerekirse, bol bol yağcılık yap, öv, yücelt ve ayrıca hükümdarın kalbinin iyilikle dolu olduğunu söyle. Haklı davrandığında bunu diline dola, hep anlat. Haksızlık yaptığında ise başını korumak istiyorsan sus, görmemiş gibi davran! Sukutu hayale uğrattı beni Yusuf Has Hacib.

7 Mart 2011 Pazartesi

Benliğin Esrarı*

     Bütün olumsuzluklarına rağmen kendisini sevdiğim  arkadaşım bu başlığı gördüğünde egoma yönelik yaptığı eleştirilere! karşı kendimi müdafaa etmeye çalıştığımı düşünecektir muhtemelen.  Ve tabi doğru düşünecektir çünkü böyle yapacağım. Umarım yazıyı okuduktan sonra kendisi mutmain olur. Her ne kadar daha önce kendisine, mütevazı görünüp egosunu şişirip şişirip saklayan hatta dev bir egoist olduğunun farkına varmayıp tevazuunun doruklarında yaşadıklarını düşünenlerinkine benzer bir hareketle, yani bir mugalâta ile, fakat aslında onların yaptığının aksine  ‘’Egomu şişmiş gibi gösterip içimdeki dervişi saklamaya çalışıyorum.’’ demiş olsam da tamamen doğru değildi bu söz. Evet, enaniyetim var. Olması da lazım çünkü benlik dediğimiz şey ‘ben’ olduğu için vardır. İnsanın bir benliğinin olması değil olmaması tuhaf karşılanmalıdır. Mesele benliğin olup olmaması değil benliğimize karşı tutumumuzla ilgili. Yani sorun,  bir müstekbir (arkadaşımın deyimiyle ekâbir) gibi kendi benliğini diğer benliklerden üstün görmekten, sürekli onu beslemeye yönelik hareketler yapmaktan kaynaklanıyor. Bütün olumsuzluklarına rağmen kendisini sevdiğim arkadaşım bilmelidir ki egoma yönelik yaptığı bütün eleştirileri zaten kendime çok önceden (daha beni tanımadığı zamanlar kadar önce) beri yapmış bulunmaktayım. Kendi benliğime yönelik yaptığım eleştirilerden çıkardığım naçizane fikirleri paylaşmayı da egomun şişmiş olduğunun alameti olarak düşünecektir muhtemelen. Ve tabi yanlış düşünecektir böyle yaparsa.

    Benlik duygusu, insanın sahip olduğu, insanı neşelendirebilen çok küçük sevimli bir hayvan gibidir. Onu dengesizce besleyip büyüttüğünüzde, iğrenç kokulu, vahşi bir canavara dönüşür. Siz onu besledikçe büyür, doymak bilmeyen bir hale gelir ve en sonunda insanın karakterini hatta ruhunu yemekten geri durmaz. (Çok karaktersiz insan tanıdım egosu ruhlarıyla beslenen ama doymayan.) Bir insan söyledikleri doğru olsa da kendisini övdüğünde her zaman itici gelir. Neden? Çünkü kendi benlik canavarından gelen kötü kokular ve bizim benliğimizin bir başkasının kendisini övmesine tahammülsüzlüğü var. Üstelik her ne kadar benliğimizin şişirilmesi bizi mutlu ediyor görünse de bu mutluluk ancak yalancı bir ateşin ısıttığı kadar ruhumuzu ısıtabilir ve aslında insan, egosunu tatmin etmenin kendisini mutlu etmediğini fark ettiğinde gerçek manada mutlu olmaya başlar. Eğer mutluluk kaynağını egosuna bağladıysa insan, dış etmenleri, başkalarının kendisiyle ilgili ne düşündüğünü gibi, referans alır kendi mutluluğu için. Buna karşın, iç 'parametreleri' referans alırsa kişi, ruhunu huzura erdirecek sevgi veya benzeri müspet hisleri kullanmaya başlar ki herhangi bir beklentiden, hayalin gerçekleşmesinden bağımsız olarak mutlu olmasını bilir. Başkalarının övgüsünde mutluluğu aramaz, başkalarının yergisinde de mutsuzluğu yaşamaz. İnsanın benliğini her şeyin merkezi haline getirmemesi gerektiği gibi, ifrattan uzak durarak, makul, mantıklı bir şekilde benliğini  tatmin edebilmesi de lazımdır. Çünkü insanın kendi nefsine karşı da sorumluluğu vardır.

   İnsanlar çevresine itici görünmemek için elinden geldiğince egosunun etkisini yok etmeye, bunu tam olarak yok edemediğini fark ettiğinde ise gizlemeye çalışır. Ama canım dostum ben sana karşı dürüst ve samimi olmaya çalıştığım için şişik olmasa da egomu fark ediyorsun ve beni kendini beğenmiş biri olarak görüyorsun. Tabi ben de ustaca  egomu kamufle edebilirdim eğer ki kendini beğenmişlerden, müstekbirlerden, egoistlerden nefret ettiğim kadar yapmacıklıktan da nefret etmeseydim.

Not: Başlık bilge ve müttaki insan Muhammed ikbal'in Esrar-ı Hodî adlı eserinden alıntılanmıştır.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Yok!


  ‘’Yok’’ dedi soğuk, zorlama bir tebessümle. Yok. Çok küçük bir zaman diliminde kırpmak için kapatırken gözlerimi, oluşan karanlıkta, büyük harflerle yazılmış ‘’YOK’’ sözcüğü büyüyerek yaklaşıp çarpıyordu ruhuma. Bu sözcüğü hiç böyle canlı hissetmemiştim. İlk kez duymuştum, lügatime yeni girmişti sanki. Yok. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi demiyeceğim ama çaresizliğimin böylesine tek bir sözcükle ifade edildiği de çok nadirdi. Tekrar açıldığında gözlerim, gözlerine bakarak ''herhangi bir isteğim, beklentim yok senden, sadece konuşmak istiyorum seninle fazla zamanını almadan.'' dedim. Ama tekrar ''Yok'' dedi nazik olmaya çalışarak. 'Yok' sözcüğü tamamıyla çakılmış oldu bir çivi gibi zihnimin tam ortasına. ''Tamam.'' dedim sitem etmeye hakkım olmadığını bilerek ve hafifçe tebessüm ederek yanından ayrıldım. Neden dinlemedi ki beni? Onu yormayacaktım, sıkmayacaktım. Ona sadece başımdan geçen küçük bir hikaye anlatacaktım.
  
    On onbir yaşlarında küçük bir çocukken, eve dönmek için komşunun evinin önünden geçtiğim sırada yerden bana doğru birşeylerin kıpırdadığını farkettim. Dönüp baktığımda kapandan kurtulmak için kanatlarını çırpan bir serçe gördüm. Minik bacakları kan içinde kalmıştı. Kapan, komşunun çocuğu olan arkadaşıma aitti ve o farketmemişti  yakalamış olduğu avını. Hemen serçeyi kurtarıp eve götürdüm. Avuçlarımdaydı. Avuçlarımı biraz gevşetsem uçup gidecek, sıksam o narin canı yanacaktı. Ayağı kanadığı için  onu hemen serbest bırakamazdım.Çocuk aklımla tedavi etmeye çalıştım. Bir bezle ayağının kanayan yerini bağladım. Küçük kalbinin  korku, heyecan ve özgür olma  ümidiyle nasıl çarptığını hissedebiliyordum. Kalbinin çarpıntısı avuçlarımdan  ellerime, oradan tüm vücuduma ve kalbime yayılıyor gibiydi. Öyle ki onun hissetiklerini hissediyor gibiydim. Durumunun iyiye gittiğine kanaat getirdikten sonra göğe doğru fırlattım. Uçup gitmişti. Ama ben, onun kalbinin çarpışının etkisinde kalmıştım. Öyle ki o günü ve o hissi asla unutmayacaktım.

   Eve döndüğümde o çivi hala duruyordu zihnimde çakılı olarak. Önce mazoşitçe bir yaklaşımla zevk almaya çalıştıysam da çiviyi derhal çıkartmayı uygun gördüm. Çıplak ellerimle çıkarır gibi saatlerce uğraştım o çiviyi çıkartmaya. İki buçuk saat aralıksız kitap okuduktan sonra son bir hamleyle çekip yerinden çıkarttım.Yarası derin miydi? Bilmiyorum çünkü hemen uyukuya dalmıştım. Sabah uyandığımda, uzun bir müddet akşamdan kalma yarayı aradıysam da bulamadım. Hiçbir iz kalmamıştı. İlginç.
    

26 Ocak 2011 Çarşamba

Herkes İyiyse Kim Kötü?

   İnsan çok ilgiç bir mahluk vallahi. Belki de daha ilginç olanı bir insan olarak insanı ilginç görmemdir, yani benim için sıradan olması gerekeni ilginç görmem. Bunu düşünüyor olmam da bir başka ilginçlik! İlginç gelmemesi gerekirken sıradan olan, neden ilginç geliyor bilmiyorum ve buna  takılıp da kafa patlatacağım yok tabi. Ama uzun zamandır  sanki bana insanın bir başka ilginç yönünü göstermek için can atıp duran, üzerinde düşünülmek için durmadan  zihnimi kurcalayan bir mesele var. Nedir bu mesele? Neredeyse karşılaştığım her insan sitem ediyor. Evet evet sitem ediyor.Neresi ilginç ki bunun diye sorulabilir. Zaten bana da ilginç gelen kısmı sitem etmesi değil insanın.

    Mahelledeki bakkaldan, facebookta haber bülteni gibi paylaşım yapan arkadaşa, gazetedeki köşe yazarından, elindeki telefonla kendi müzik zevkini topluma dayatan apaçi arkadaşa kadar, sürekli birileri birlerinin sevgisizliğinden, vefasızlığından, anlayışsızlığından, duyarsızlığından, yani kısacası kötülüğünden yakınarak, kendisine de bir melekmişçesine, iyi bir insan profili çiziyor. Hele ruhları aşkın en tatlı şerbetinden içmiş aşk ustaları var ki bunlar  talihsizce aşktan anlamaz, kıymet bilmez, taş kalpli birine tutuldular mı manzaraya yürek dayanmaz. Oraya buraya yazdıkları, kendi sitemkarlıklarını  en iyi ifade eden  edebi!! sözlerden bir kaçını örnek göstererek bu dervişlerin ruh hallerini daha iyi görebiliriz aslında. Bu sözlerden bir kaçını görünce, ulan ne zalimler varmış diyesi geliyor insanın. Birisini seversin, arkadaş olmak istersin yahut karşı cinse aşık olursun. O kişi için belki de canını verirsin. Gel gör ki o canını verdiğin sevgili seni kesip çöpe attığı tırnağı kadar umursamaz. Bunu yaparken ne kadar  da insafsızdır değil mi? Tonlarca arabesk şarkı üretebilrsiniz artık. Ama dikkatimizden kaçan ve insanın ilginçliğine ilginçlik katan bir durum var ki bir sevgiliyi, arkadaşı canını verecek kadar seven, zerre kadar karşılık bulmadığı için durmadan sitem edip bülbül gibi öten  bu yürekli, anlayışlı, hisli,hatta bu melekten farkı olmayan insan, bir başkasının insafsızı, vefasızı, taş kalplisi olabiliyor.
 
     Bir de ilk dinlediğinizde farklı devirlerden buraya ışınlanmış olabileceğine kanaat getirdiğimiz insan tipi vardır ki sürekli yaşadığımız devirden şikayet eder durur. Ne ister ki bizim devirden anlamıyorum. Sürekli  ‘’bu devirde insana güvenilmez’’ ya da  ‘’bu devirde dürüst olursan kaybedersin’’ türü ifadelerle hakaretler yağdırırlar devrimize!  Ee bu devirde sen yaşıyorsun demek lazım belki de. Muhtemelen  bir başkası da bu tip insanlar yüzünden yaşadığımız güzel çağa sitem ediyordur. Hele bazı zamanlar toplu sitemler başlayınca, çevremdeki herkes kendi hayatlarını zehir eden bu kötülere sitem edince bunalıyor gibi olurum. O zaman bazı sorular sormadan edemiyorum tabi. Kimdir bu kötüler,nerelerde yaşarlar, ne yerler,ne içerler? Kimse kötü olduğunu itiraf etmiyorsa acaba bu kötüler sitem etmeyenler olabilirler mi? Zamanın birinde bu soruya cevap ararken, art arda seyrettiğim iki sahneyi birleştirdiğimde cevabı buldum. İki sitem sahnesini birleştirdiğimde, iyi insan ve kötü insan keşişmişti. Yani iyi ve kötü aynı kişiydi.  Biraz afallamıştım doğrusu. Ama durum böyleydi. Sonra kendimi iyilik ve kötülük ölçeğinde değerlendirirken bir de baktım ki kendimde de aynı durumu görüyorum. Demek ki aynı zaman ve mekan içerisinde insan hem  iyi hem kötü olabiliyormuş farklı pencerelerden bakıldığında. Yani insan hem iyi hem de kötü olabilcek kadar ilginç bir mahluk vallahi.


   

12 Ocak 2011 Çarşamba

İrademin Çığlığı

 Makbul olabilmek için rol biçenlere

 Boyun eğiyordum irademe bağlanan zincirlere.

 Birden kopan hazin bir çığlıktı;

 Vicdanımın kulaklarında çınlayan.

 İrademin çocukça çığlığı...

 Geleneğin, düzenin sıcaklığı ve naylon kimliği,

 Ya da öteki olmanın soğuk huzuru,iradenin yalnızlığı...

 Üşümeyi göze almıştım kendim olabilmek için.

 İrademle başbaşaydık ama ayazdaydık.

 'Sıcak aile sofralarında' yerimiz yoktu artık.

7 Ocak 2011 Cuma

Ruh Halimi Kendim Belirlerim!


     Bugün planladığımdan  çok farklı bir şekilde başladım güne. Gerçi en son hangi gün plan-zaman arasındaki  uyumu yakaladım ki?  Ama bugün, uyanır uyanmaz planların ters gitmesi bir tarafa, tembellikten hücrelerimdeki endoplazmik retikulumların sersemleşmiş olmaları bir tarafa, kuvvetli bir eziklik duygusu sardı beni. Çok nadir kendimi bu kadar ötekileşmiş hissetmişimdir. Fikretmenin farkına varmış her fakir insanın  ''nasıl  mutlu olunur?'' sorusuna (parasız mutlu olmanın formulünü aramak) cevap aradığı gibi, ben de  mutluluğun genel olmayan, sadece bana özgü kodlarını bulmaya çalıştım. Ulaştığım bazı sonuçlardan biri  şu ki; çevremde gelişen herhangi bir olay asla ve asla beni mutsuz edemez, üzemez. İsterse fırtınalar kopsun, seller aksın, depremlerle  yıkılsın evler. Nihayetinde doğal olarak gerçekleşen olaylara doğal tepkiler veririrsin o kadar. Mutluluk-mutsuzluk dengesini ayarlayan asıl parametre çevremdeki insanların bana karşı tavırlarıdır. Dersten kalmak, okul uzatmak, başarısız olmak beni kesinlikle mutsuz edemez, ama insanların benimle ilişki kurarken bunları dikkate alarak tavır geliştirmesi beni mutsuz eder. Kimsenin tavırlarını dikkate alma demek olmaz tabi. Nihayetinde insansız yaşanmıyor hayat. Onlarsız olmuyor. Öyle mutlu olmak için münzevi bir hayat yaşamak gerekiyor ki bu günümüz dünyasında pek mümkün görünmüyor. Ama kahvaltımı öğleden sonra gerçekleştirmenin mayışmışlığı olsa da  üzerimde, beni mutsuzluğa götürebilecek bütün sebeplerin kaynağının kendi benliğim olduğunu biliyor olsam da inadına bozmuyorum morelimi. Ulan diyesim var,  ulan  hangi kendini bilmez sebep canımı sıkabilir ki. İnadına, bütün saçma sapanlıklara rağmen, bütün benden kaynaklanan dengesizlik ve tutarsızlıklara rağmen bozmuyorum keyfimi, hem de bunu yapmak için herhangi bir kasıntıya başvurmadan. 
     Kahvaltıdan sonra tüy gibi hafifledim. Bir de power electronicten  beklediğimin üstünde bir not aldığımı öğrenince bütün u-mutsuzlukların rengi birden  iyi yönde değişmeye başladı. Açıkçası iyi bir not almak keyfimi yerine getirse de kötü not alsaydım zerre kadar umursamayacaktım. Çünkü nasıl oluyor bilmiyorum, herseye ama herseye rağmen, beklentilerimi yerle bir eden insan tavırlarına rağmen, ruh halimi hoş tutmanın yöntemini buldum. Nasıl mı? Ruh benim değil mi arkadaş, istediğim halde tutarım. 

6 Ocak 2011 Perşembe

Taşları Döşerken Özgün Olmak

    Zamanın birinde bir kenara birşeyler karalamıştım ve onun hakkında  yazacaktım. Lakin öyle bir erteletme hastalığına yakalanmışım ki zalim başına! Arada geçen zamanın o konu hakkında yazma ilhamımdan çok şeyler kopardığı kesin. Kalanı az olmasına mukabil, ne yazabilirsem artık.
   
    Neydi o söz;’’kişisel zihniyet devrimini gerçekleştirmeyen insan özgün fikir üretemez, özgün bir kişiliğe sahip olamaz.’’ Evet olamaz bence. Vallahi de olamaz billahi de  olamaz. Birkaç abidik gubidik kişiliği test ederek bu sonuca ulaşmak mümkün. Ama ben yine de el verdiğince teorik olarak açıklamaya çalışacağım. Şurası açık ki insan çocukluğundan itibaren,gelişirken çevresinden kaptıklarıyla kendi düşünce dünyasını oluşturur. Gördüğü, duyduğu, öğrendiği herşeyi kendi zihin havzasında depolar. En önemlisi de bu havzasında saklı tutuklarını, mesela bakış açısı, ideoleoji gibi, yani bu bilgilerin, şeylerin, belli bir tutarlılık içerisinde dizilimini, aralarındaki ilişkileri ,velhasıl dünya görüşünü oluşturma işlemini çevresindeki insanların tavsiyelerine, direktiflerine göre gerçekleştirir. Hatta genel olarak doğrudan bir taklit de söz konusu olabilir. Annesini, babasını, öğretmenini veya etkisinde kaldığı herhangi birini taklit eder insan, kendi düşüncelerinin taşlarını döşeme şeklini. Tabi döşeyecek taşlara sahip olması da önemlidir insan için. Ancak nasıl döşemek? Burada özgünlük meselesi devereye giriyor. Aslında bu noktada, ne kadar alakalıdır bilmiyorum ama Tolstoy’un ‘’İnsanlar hep başkalarını değiştirmeye çalışacağına,kendilerini değiştirmeye çalışsalar sorunlar çözülmüş olacak’’  cümlesindeki meale yakın sözünü anımsıyorum. Öyle değil mi hakikaten? Herkes kendini düzeltmeye, doğruluğuna inandığı yönde değiştirmeye çalışsa ya, taklitle oluşturduğu dünya görüşüyle yerli yersiz ahkam keseceğine başkalarına. Hiç bir devrim insanın kendi dünyasında gerçekleştirdiğinden daha büyük olamaz bence. Zaten bütün devrimler de insanı değiştirmek için değil midir?  Neyse, asıl temas etmek istediğim mesele biraz ideolojik değişimle ilgili. Kaç tane insan  tanıyorum ki ailesinin, öğretmeninin, mahallesinin, okulunun, şehrinin veya ülkesinin savunduğu ideolojiyi savunuyor, kendi düşünce dünyasını oluştururken ya birilerini  referans alıyor ya da taklit ediyor. Tabi şunu da belirmeliyim, insan bütün ideolojileri reddetsin ve kendi ideolojisini kursun anlamında söylemiyorum, herhangi bir ideolojinin kendince makul gördüğü kısımlarını kendine dayanak noktası yapabilir ve bence yapmalıdır da. Çünkü istisnalar hariç, yeryüzünde gelmiş geçmiş her ideolojinin muhakkak ki iyi tarafları vardır. Her ideoloji kendince çözüm üretmeye çalışmıştır zira. Hulasa, insan  farklı farklı kaynaklardan zihninde biriktirdiği fikirleri ancak harmanlayıp, farklı kodlamalar elde ederek özgün olabilir. 
   Bugünlük ahkam kesmenin bu kadarı yeter de artar bile.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ahkamhaneye Giriş

     Bu ilk adımım, ilk girisimdir  tatli ve sicak haneme.Yeni ev sahibi olan birinin  heyecanini yasamiyor degilim  acikcasi. Bu ilk adımımda öncelikle neden bu  hanecige  gerek vardi, biraz ondan bahsetmek istiyorum.
   
     Kendi evine sahip olabilmek ne kadar huzur getiriyorsa insana, kendi olabilmek ne kadar özgürlestiriyorsa insanı, kendi atını koşuşturabileceği bir alana sahip olması ne ifade ediyorsa bir biniciye, burası da  hayata dair naçizane fikirlerimle ahkam keseceğim, irademi ısıtıp, daha da canlandırabileceğim bir yer olarak o derece önem taşıyor benim için. Yazmayı pek sevmeyen biriydim ta ki yazmanın  insan için ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlayana kadar, yazmanın herkes için her zaman  çok da gerekli olmadığını düşünen biriyken, düşünmenin insan dimağında  oluşturduğu ağırlığın ancak yazarak ortadan kaldırılabileceğini fark edene kadar. İlk yazışımda beynimde oluşan tazelemenin tadına bakmak istedikçe baktım ve en sonunda yazmak bir ihtiyaç haline geldi. Çok sonra fark ettiklerim tamamen netleştiğinde su sonuca ulaştım: Düşünmeyi kendi  zihinleri üzerinde fazlaca hasarlara sebep olan bir hastalık haline getiren insanlar vardır ve ben de en alakasız konularda, hiç gerekmediği zamanlarda, belki de bomboş denilebilecek konularda  bile düsünüp, kendimi fazlasıyla yorarak, belki de ruh halimde birazcık  melankoli oluşturarak ucundan bu hastalığa kapıldığımı zannediyorum. İste bu meretin  tek ilacı vardır o da yazmak. Hatta bence bildiğimiz çoğu büyük yazar bu hastalığın en ileri seviyesini yaşayanlardır. Bu büyük yazarlar yazmadığında,  belki de Dostoyevski'nin ''Bazen zeki bir insan çok çelişkili ve mantıksız sonuçlara ulaşabilir.'' cümlesinde ifade ettiği insan  tipi gibi  çelişik olabilirler. çok düşünmenin yan etkisi kısacası kafayı sıyırmaktır. Yani, çok düşünüyorsa delirmemek için yazmalıdır insan ve (fazla itici görünmemeye gayret göstererek) doyasıya ahkam kesmelidir rahatlamak için. 
   
    Evet ben de  bol bol ahkam keseceğim  ve zihnimi deşarj ederek dinleneceğim burada. Ama bütün ahkamlarımı kendime keseceğim hiç kimseye değil. havsalamın içinden kombinasyonlar üreteceğim keyfimce. Her ne kadar bazen  bu kombinasyonların sıkıcılığına tahammül edemeyip, kızıp, kendime başkaldırarak burayı terk edeceğimi tahmin ediyor olsam da. Tabi kendi  hükümlerini başkalarına dayatmanın, kendi özgürlük sınırını aşmak anlamına geldiğini unutmadan ekleyelim.