Her biri birbirinden bağımsız ve kendi içinde belki de tutarsız, başı sonu belirsiz, bazısı dışarıdan bir etki sonucu oluşan, bazısı tamamen içsel olan bir çok mesele, bir çok konu kafamanın içini kurcalıyor. Rehavetten ve sıcaklardan kaynaklanan tuhaf bir huzursuzsuzluk ve muğlâk bir ruh halim var bu aralar. Zihnim bölük pörçük, parça pinçik olmuş durumda. Aslında yazmak istediğim ‘bazı şeyler’ var ama; hangisinden, nerden başlasam, hangisi hangisiyle bağlantılı, bunları nasıl toparlayıp belli bir düzen içinde ifade edeyim, edeyim ki biraz tazelensin zihnim, bilmiyorum.
Ahkamhaneciğimi bir itirafhaneye, hele rahatlamak için sürekli günah çıkarttığım bir yere çevirmeye hiç niyetim yok, ama birşeyi itiraf etmek istiyorum:Bugüne kadar kendimi hep kandırmışım, bin bir türlü tevile başvurararak başkalarını kandırmaya çalıştığımda bile... Zaten insan kendisinden başkasını kandırabilir mi?!! Ama kendimi kandırdığımın fakında değilmişim şuana dek. Örneğin egoist olup olmadığım konusunda. Birazcık, yani olması gerektiği kadar enaniyetimin olduğunu, genel olarak mütevazı olduğumu düşünmüş, hayatlarının içini ve her köşesini egosuyla dolduranlardan sürekli tiksinmiş, hatta bir çok kez merhamet etmiş biriyken, özellikle egomun şişik olmadığı konusunda kendimi çoğu zaman kandırmışım.
Peki ya samimiyet kavramını farkettiğimden beri her fırsatta hayatımda samimiyetten daha muteber bir mefhum olmadığını iddia edip, zaman zaman kendimi yeryüzünün biricik samimi insanı olarak görmüş olmama ne demeli? ‘’Patavatsızlığı samimiyet sanıyorsun’’ dediğinde çok sevdiğim biri, bu konuda da bir özeleştiri yapınca, yanıldığımın değil de kendimi kandırmış olduğumun farkına vardım. Kendimi kandırmış olduğumu söylemek yerine yanılmışım demeyi tabi ki tercih ederdim. Ne yazık ki öyle diyemiyorum. Samimiyetsizliğini itiraf ederken insanın samimi görünüp görünmediği konusunda da bir fikrim yok!
Bazen içime olur olmaz yerleşen esrarını çözemediğim sıkıntıların kaynağınını bulmak için sessizce etrafıma, kendime ve bütün çevreme bakıyorum. Hayatın çok güzel, herşeyin aslında tam da olması gerektiği gibi mükemmel denilebilecek vaziyette olduğunu görüyorum. Sonra fark ediyorum ki herşeyi çirkinleştirebilen içi kurt dolu küflenmiş bir kafam var.
Okurken kötü bir sonla biteceğini ve yazarın, kahramanların ( aslında kendisinin) bütün acılarını okurun yani benim sırtıma yükleyeceğini düşündüğüm, ama kitabın sonu beklediğim gibi hüzün ve acıyla bitse de yazarın kendisini (yazar da kısmen hikâyenin içinde yer alıyor) ve bütün kahramanları gözümde acıları paylaşılmaya değmeyecek hale getirdiği, dolayısıyla kitap bittiğinde içimde hiçbir üzüntü bulmadığım, Orhan Pamuk’un KAR adlı romanındaki bir diyalogdan bir parça alıntı yapmak istiyorum.
* Yıllarca siyasi sürgün yaşamış biri olarak söylüyorum. dinle beni: Hayat ilkeler için değil mutlu olmak için yaşanır.
-- Ama ilkesiz ve inançsız da kimse mutlu olamaz.
* Doğru. Ama bizimkisi gibi insana değer verilmeyen zalim bir ülkede, inançları için kendini mahvetmek akılsızlıktır. Büyük ilkeler, inançlar, onlar zengin ülkelerin insanları içindir.
-- Tam tersi. Fakir bir ülkede insanın inançlarından başka sarılacak hiç bir şeyi olmuyor.
* (‘’ama inandıkların doğru değil.’’ demedi içinden geldiği gibi.)
Yaşarken birçok şeye alışıyor insan. Ancak bazı durumlar var ki insan hayatı boyunca yüzlerce kez yaşasa da bir türlü alışamıyor. Kırılan ümitlerin, yıkılan hayallerin bıraktığı etkiler her seferinde aynı olabiliyor. Alışkanlık pek kar etmiyor bu tür durumlarda.